Pazar, Ekim 12, 2025
Startseite Blog Sayfa 109

“Üzerimde Alman forması, içimden Türk Milli Marşı’nı söylüyordum”

1991’de Münih’te doğan Tarık Çamdal, merdivenleri teker teker çıktı ve A2 Milli Takıma kadar yükseldi. 

Kayserili bir anne babanın oğlu olarak 1991`de Münih`te doğan Tarık Çamdal, çok küçük yaşlarda futbol oynamaya başladı. Babası, Münih’e 80 kilometre uzaklıktaki Ingolstadt Türkgücü`nde antrenörlük ve yöneticilik yapmaktaydı. Tarık da o takımda futbola başladı ve ilk antrenörü babası oldu.

Çamdal ailesinin hemen bütün fertleri futbola çok meraklı olduğu için evde tüm futbol kanalları izlenmekteydi. 13 yaşına gelen Tarık, şehrin en iyi takımı olan MTV Ingolstadt`a transfer olur.

1860 Münih’le yaptıkları bir maç sonunda 1860’ın hocaları ona, “Seni çok beğendik, transfer etmek istiyoruz” der. Tarık, “henüz 13 yaşında olduğunu ve bu kararı babasının verebileceğini” söyler. Takım yetkilileri Tarık’ın babasıyla konuşurlar. Tarık yatılı olarak 1860 Münih’in tesislerinde kalacak, idmanlara çıkacak ve okula gidecekti. Tarık’ın babası ise, “Oğlum çok küçük, bizden ayrı kalmasına izin veremem” der. Ama oğlunun futbol geleceğinden çok umutlu olan baba, “Ben nasıl olsa gece çalışıyorum, oğlumu her gün Münih`e getirip götüreyim” teklifinde bulunur. 1860 yetkilileri teklifi kabul ederler. Tarık, 13 yaşından 17 yaşına kadar babası tarafından her gün Münih`e götürülüp getirilir. Oğlu için her gün 160 kilometre yol yapan baba, futbolu çok sevdiği için bundan hiç gocunmaz. Hatta, Tarık’ın sadece antrenmanlarında değil, başka şehirlerdeki maçlarında bile oğlunu yalnız bırakmaz. Tarık bunu şimdilerde şöyle dile getirmekte; “Babamın üzerimdeki hakkını asla ödeyemem.”

Daha sonra Tarık Çamdal’ın Türkiye macerası başlar. İlk teklif Bursaspor`dan gelir. Arkasından Eskişehirspor’lu yetkililer devreye girer ve Tarık’la anlaşırlar. Tarık artık Eskişehirspor futbolcusudur. TFF’nin Almanya sorumlusu Metin Tekin, Karlsruhe ile oynanan maça başka iki oyuncuyu izlemek için gider. Ama Tarık’ı çok beğenir. Tarık o maçtan önce Almanya U-17 Millî Takımı`ndan davet almıştır. Maçın ardından kampa katılmak üzereyken Metin Tekin maçtan sonra Tarık’ın babasına, “Tarık`ın Türkiye için oynamasını istiyoruz” der. Babası, “Tarık’ın gönlü de Türkiye`den yana ama şimdi davet aldığı Almanya’nın U17 kampına katılması gerekiyor. Yoksa ayıp etmiş oluruz” cevabını verir.

Kampa gidip geldikten sonra da Metin Tekin, Tarık’ı yine Türkiye`ye davet eder. Ancak Bayern Münih maçında sakatlanan Tarık 5 ay oynayamaz. Milli forma için oynamak isteyen Tarık çok üzülür. Bir süre daha Almanya Genç Millî Takımı`nda oynamayı sürdürür. Sonrasında da 2013 yılına kadar Tarık Çamdal’a Türkiye’den teklif gelmez.

U19’da Türkiye`ye karşı Avrupa Şampiyonası eleme maçı oynar. İki takım sahada dizilir. Millî marşlar çalmaya başlar. İstiklal Marşı okunurken Tarık’ın gözleri dolar ve tüyleri diken diken olur. İçinden Milli Marşımızı söyler. “Türkiye bizim vatanımız. En büyük hayalimiz de ay-yıldızlı formayı giymekti.” diyerek Milli duygularını açıklayan Tarık yeniden Milli Takıma çağrılır. Çok sevinen Tarık, “Annemin, babamın da hissettikleri anlatılamazdı. Annem Millî Takım’a davet edildiğimi öğrendiği zaman telefonda hüngür hüngür ağladı.” diyerek o anları anlatıyor.

Bir Alman gibi disiplinle çalışan ve bir Türk gibi yüreğiyle oynayan Tarık, hep çok çalışarak sevdiği Milli formaya kavuştu.
Tarık’a futbol yaşamında başarılar diliyoruz.

Bir başarı hikayesi: AYDIN BÄCKEREI

Aydın Bäckerei’ın kapısını açıp içeri girdiğimizde bizi Türkiye’den tanıdığımız nefis kokular karşılıyor. Tezgahta tatlısıyla tuzlusuyla kurabiyeler, pasta ve baklava çeşitleriyle neredeyse yok yok. Yıldıray Aydın bu yıl şirketinin tam 25. yıldönümünü kutluyor. Dile kolay!

Şahane bir kurabiye tabağı ve nefis demli taze çayımızla birlikte pastanenin cafe bölümüne oturuyoruz. Bu hikayenin nasıl başladığını merak ediyoruz. Yıldıray Aydın samimiyetle anlatıyor: “1979 yılında ilkokuldan sonra geldim Almanya`ya. Burada 9. sınıfı bitirdikten sonra dil yetersizliğinden tahsil yapamayacağımı düşünerek, kendime o zamanki krizden etkilenmeyecek mesleklerden birini seçmeye karar verdim. İnsanlar herşeyden vazgeçebilir ama boğazdan geçemez.”

Artvinli bir annenin ve Gümüşhaneli bir babanın ilk oğlu olan Aydın, o zamanlar Türkiye`ye kesin dönüşler teşvik edildiği için `Türkiye`de Alman spesiyallerini sunabileceği bir fırın açma` hayali kurarak küçük bir Alman imalathanesinde meslek eğitimine başlamış. Boş zamanlarında o zaman Nürnberg`de bulunan üç Türk fırınından birine de pide yapmayı öğrenmek için gidip yardım ediyormuş. Koçak fırının sahibi de bu azimli gençten etkilenmiş olmalı ki, henüz 18 yaşında olan Aydın`a ortak çalışmayı teklif etmiş ve 86 yılında şu anki fırın açılmış. Ortağı bir yıl sonra kendi yoğunluğu nedeniyle ayrılınca bu sefer babasıyla birlikte AYDIN Bäckerei`ı kurmuş. Şaşkınlığımız karşısında mütevazi bir şekilde devam ediyor Aydın: “Aslında meslek eğitimim dışında başka hiçbir yerde çalışıp tecrübe biriktirmemiş olmamın eksikliğini hissetmedim değil.”

Bir Alman usta, bir satış elemanı ve kendisinden oluşan üç kişilik ekiple işe başlayan Aydın şu an aralarında meslek eğitimi verdiği gençlerin de bulunduğu yaklaşık 30 kişiye iş imkanı sunuyor. O zamanlar kalifiye eleman bulmanın ne kadar zor olduğunu vurgulayarak “Eşim ve ben gençliğimizi burada bıraktık” diyor ve ekliyor “Bizim işimiz hala zor. Fabrikasyon değil, el sanatı icra ediyoruz. Bu da insanlarla çalışmak demek ve insanın her günü aynı olmuyor.”

25 yıllık şirket hayatında yaşadığı, kolay unutamayacağı anıları da vardır mutlaka? Tebessümle anlatmaya başladığı ilk anısı 6-7 yıl önce Mercedes için çekilen reklam filminden. “Türklere yönelik hazırlanan reklam filminde farklı zanaatkarların kullandıkları araçlar tanıtılıyordu. 30 kişilik bir ekiple yapılan çekimlerde ben Vito’yu sundum. Bu reklam filmi üç dört ay boyunca birçok televizyon kanalında gösterildi. Türkiye’den bile tebrik etmek için arayanlar olmuştu.” diyor. Unutamadığı bir diğer anısı ise şirket kuruluşu için teşvik başvurusunda bulunduğunda aldığı ‘kaynağımız tükendi` cevabı. “Demek ki o zamanlar yeterince işsizlik yoktu” diyor hayal kırıklığını gizleyemeyerek.

Üç çocuk babası olan Aydın`ın büyük oğlu da kalfalık belgesini alarak babasının izinden gidiyor. Gençlere tavsiyelerini soruyoruz. Hiç düşünmeden cevap veriyor “Sevdikleri işi yapsınlar. Fakat mutlaka temelden öğrenerek, tepeden inerek değil!”

Wölckernstraße 61 adresindeki AYDIN  Bäckerei haftanın her günü açık. Mutlaka uğrayın ve kaymaklı kadayıf tatlısını deneyin!

3. Türk-Alman Ekonomi Kongresi gerçekleşti

Avrupa Metropol Bölgesi Nürnberg Türk İşadamları Derneği (TIAD) tarafından Nürnberg’de düzenlenen 3. Türk-Alman Ekonomi Kongresi’nde birçok önemli isim bir araya geldi.

`Türk Kökenli Gençlere Yönelik Mesleki Eğitim / Meslek Edindirme’ ve `Nürnberg Metropol Bölgesi’nin Uluslararasılaşması / Metropol Bölgesi İzmir ile İşbirliği’ başlıklı iki gündem maddesinden oluşan kongreye Orta Frankonya Esnaf ve Sanatkarlar Odası ev sahipliği yaptı.

Heinrich Mosler’in yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan kongrede konuşan Nürnberg Başkonsolosu Asip Kaya “Güçlü ekonomik potansiyele sahip bu iki bölge arasında işbirliği platformu kurulması kendi alanında bir ilki teşkil edecek ve Almanya ile Türkiye’nin farklı bölgeleri arasında benzer işbirliği mekanizmalarının kurulmasına örnek oluşturacaktır.” dedi.

İlk bölümde yapılan “Türk kökenli gençler için meslek eğitimi∫ konulu sunumların ardından düzenlenen panelde ise Federal Göç ve Mülteciler Dairesi Başkanı Dr. Manfred Schmidt, Federal İş Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi Klaus Beier, Orta Fronkonya Valisi Dr. Thomas Bauer, Dr. Wolfgang Eckart ve Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı uzmanı Yunus Ulusoy tarafından “Mevcut potansiyeli en verimli değerlendirmek için neler yapabiliriz?” konusu ele alındı.

“Nürnberg Metropol bölgesinin uluslararasılaşması ve Metropol Bölgesi İzmir ile işbirliği” konulu ikinci bölüm TIAD Başkan Vekili ve Grundig CEO’su Murat Şahin’in `Nürnberg Metropol Bölgesi’nin Uluslararasılaşması’ başlıklı sunumuyla başladı. Bülent Akgerman ve Köksal Aykol ingilizce yaptıkları sunumlarında İzmir ve Nürnberg İşbirliği ve İzmir’de yatırım olanaklarını anlattı. Bu bölümdeki panelde Almanya’nın İzmir Başkonsolosu Margit Haberle, Bavyera Ekonomi Bakanlığı Dış Ticaret ve Marketing Direktörü Dr. Ulrike Wolf, Orta Frankonya Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Dirk von Vopelius, Nürnberg Belediyesi Ekomomi Dairesi Müdürü Dr. Michael Fraas, ESİAD Genel Sekreteri ve Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Yaşar Tınar `Uluslararası etkileşimlerle şekillenen ekonomi, bilim ve toplumsal gelişmelerin her iki bölgedeki durumu ve işbirliği imkanları’nı tartıştılar.

Bizum Hoca Avni Aker’de

Trabzonspor’u sadece Trabzonlular tutmaz derler; işte kanıtı. Bizum Hoca filmini bitirip, sevimli oğlunu da yanına alan Artvinli yönetmen Serkan Acar, Trabzonsporlu olarak ilk maçını Avni Aker’de seyretti. Serkan ve Rüzgar Acar, Trabzonsporlu olduğuna şahitlik eden dostlarıyla görülüyor.

Daha

Hakan Günday

Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Ancak bu hikâye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta.

“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar.

Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya. Sınırdan sınıra ticaret. Duvardan duvara”

“BEN HALA RÜYADA”

Oyuncu ve senarist Oğuzhan Koç, çocukluğundan beri içinde büyüttüğü müzik sevgisini, ilk albümü “Ben Hala Rüyada” ile müzikseverlerle paylaşıyor. Her biri kendi söz ve bestelerinden oluşan 10 şarkının yer aldığı albüm, Esen Müzik etiketiyle piyasaya çıkıyor.

Müzik direktörlüğünü ve aranjörlüğünü Alper Erinç’in yaptığı albümde, Ozan Doğulu’nun da 2 düzenlemesi bulunuyor. 2.5 yıl süren hazırlık aşamasının ardından tamamlanan pop tarzındaki “Ben Hala Rüyada”, birbirinden değerli müzisyenlerin işbirliği ile yaratıldı. Albüm fotoğrafları Emre Ünal imzasını taşıyor.

Albümün çıkış parçası olan Ayy, Bu Yol Uzar, Gitsem Diyorum, Her Aşk Bir gün Biter, Bitmedi Elem, Neşeli Ayrılık Şarkısı, Al Ahını, Yanımda Olsan şarkılarının yanı sıra “Yüzük” parçasında Oğuzhan Koç’a yakın dostları Eser Erenler ve İbrahim Büyükay eşlik ediyor.

Kendi şarkılarını bestelemeye 15-16 yaşlarında başlayan Oğuzhan Koç, müzik alanındaki ilk profesyonel çalışmaları olan Ferhan Göçer’in seslendirdiği “Gül ki Sevgilim” ve Gülben Ergen’le düet yaptığı “Giden Günlerim Oldu” parçalarıyla büyük beğeni toplamıştı. Ayrıca BKM Mutfak oyuncularının yazıp oynadığı “Çok Filim Hareketler Bunlar” filminde oyuncu olarak yer almasının yanı sıra filmin müzikleriyle 17. Kral Müzik Ödülleri’nde  “En İyi Film Müziği” ödülüne layık görülmüştü.

Deniz Akkaya kendi tasarımlarıyla moda dünyasında

Deniz Akkaya kendi markası Dasmine için hazırladığı zengin giyim koleksiyonuyla tekstil dünyasına bu kez de tasarımcı olarak imza atacak.
Kendi markası Dasmine için 50 parçalık yeni bir koleksiyon hazırlayan Deniz Akkaya, yıllardır moda dünyasında biriktirdiği tecrübelerini tüketicilerle paylaşacak. Deniz Akkaya’nın her zevke hitap eden koleksiyonundaki kıyafetler, ipekli kumaşlardan pamuklulara; günlük kullanımdan gece şıklığına uzanan zengin bir çeşitliliğe sahip. Dasmine markasının geniş ürün yelpazesindeki her bir parça Deniz Akkaya’nın çarpıcı tarzını günün modasına uygun bir stilde yansıtıyor.

Deniz Akkaya’nın yine kendine ait olan ayakkabı markası Uzra ile şıklığı tamamlanan Dasmine giyim koleksiyonundaki herşey 99 TL’nin altında satışa sunuluyor. Bu şıklığın herkesin yararlanabileceği uygun bir fiyattan satışa sunulmasını özellikle istediğini belirten Deniz Akkaya, podyumlarda fırtına gibi estiği dönemlerin tekrarını bu kez de tasarımcı kimliğiyle yaşayacak.

Deniz Akkaya kendi markası Dasmine için son günlerde adından sıkca söz ettiren fotoğrafçı Julide Güngör’ün objektifine pozlar verdi.
Ünlü tasarımcı ayrıca Armağan Çağlayan’ın ortağı olduğu Tarihi Adana Kazancılar Kebapçısı’nın Sortie’deki şubesinin tanıtımında da yer alacak.

Der Kalender

…mehr als die Zusammenfassung der Tage, Wochen und Monate eines Jahres.

Das Wort „ Kalender“ kommt aus dem lateinischen und bedeutet urspr. „Schuldbuch“. Mit Hilfe eines „Calendarium“ wurden die Tage bestimmt, an denen Darlehen ausgezahlt oder zurückgefordert wurden. Kalender entstanden aufgrund natürlicher Beobachtungen, meist durch astronomische Ereignisse, wie die Mondphasen, Stand der Sonne bzw. bestimmter Sterne oder nach algorithmischen Verfahren. Der Bedarf nach einem Kalender entstand in den sog. Jägerkulturen der Altsteinzeit. Durch die Hilfe eines Kalenders konnten die Tierwanderungen zeitlich eingegrenzt werden. Jedoch darf man dies nicht so genau nehmen wie die Bestimmung eines Tages durch unseren Gregorianischen Kalender. Vielmehr wurde ein Augenmerk auf sich wiederholende Ereignisse gesetzt, wie die Unterscheidung von Tag und Nacht sowie die Jahreszeiten. Ein konkretes Bsp. aus der Jungsteinzeit ist Stonehenge. Es wurde dazu bestimmt die wichtigen jahreszeitlichen Wendepunkte vorauszusagen; nach neuen Forschungen auch den Mondlauf. Da der Ackerbau allmählich die Jägerkulturen ablöste, umso wichtiger wurde die exakte Bestimmung der Jahreszeiten, um die Zeitpunkte für die Ernte und Aussaat nicht zu verpassen. Durch diese Begebenheiten entstandene „neolithischer Kalender“ ist einer der Grundlagen des heutigen Kalenders. Weitere fortschrittliche Kalender wie der Mondkalender und der astronomische Kalender, stammen aus den Hochkulturen Ägyptens und Mesopotamiens. Der uns bekannte Wochenzyklus wurde von den Babyloniern entwickelt. Der astronomische Kalender spiegelt den Lauf der Himmelskörper wieder. Ein Himmelsereignis, wie z.B. der Neumond, wurde beobachtet, um den Beginn des neuen Zyklus zu bestimmen. Wie wir heute wissen, mussten sie regelmäßig diesen nachregeln.  Ein weiteres Problem bestand darin, dass ein Himmelsereignis an manchen Orten früher stattfand als an anderen oder gar nicht. Ein anderer Nachteil war die benötigte Tagesbeobachtung, da der Neumond nicht vorausberechnet werden konnte. Eine andere Variante war der arithmetische Kalender, der an astronomische und mathematische Kenntnisse anknüpfte. Diese Kenntnisse benutzten die Ägypter bei den frühen Entwicklungsversuchen eines Kalenders, so dass der ägyptische Verwaltungskalender (3.Jhd.v.Chr.) mit seinen 365 Tagen darauf basieren konnte. Bei diesem Kalender war die Jahreszeitenverschiebung das große Problem. Ptolemaios III. führte 238 v. Chr. ein Schaltjahr ein, so dass dieses Problem gelöst werden konnte. Julius Cäsar führte 45 v. Chr. den julianischen Kalender ein, der auf dem Schalttageskalender basierte. Aus diesen Erforschungen wurden sowohl der Mond- als auch der Sonnenkalender mit unterschiedlichen Monatslängen bzw. Schalttagen ergänzt, die durch eine mathematische Regel errechnet werden. Dieser Einschub wird als „Embolismus“ betitelt.

Der Mondkalender orientiert sich an den Mondphasen, die Jahreszeiten werden nicht berücksichtigt. Das Wort „Monat“ leitet sich etymologisch vom Mond ab. Der Unterschied zum Sonnenkalender ist hierbei, dass der Mondzyklus im Durchschnitt 30,437 Tage dauert. Der islamische Kalender basiert auf diesem. Das Jahr hat in diesem System mit 12 Monaten durchschnittlich 354,372 Tage, so dass die Monate im Vgl. zu unserem Kalender Jahr für Jahr um elf Tage nach vorne wandern. Dadurch lässt sich der unterschiedliche Beginn des Ramadans in unserem Kalender erklären. Zur Bestimmung des Osterdatums wird die Periode des Mondzirkels verwendet. Alle 19 Jahre fallen die Mondphasen wieder auf das gleiche Datum.

Der Sonnenkalender basiert auf den Jahreszeiten. Das Solarjahr orientiert sich an der Position der Sonne, genauer gesagt um den Umlauf der Erde um die Sonne. Unser gregorianischer Kalender basiert auf diesem System.

Ein weiteres System ist der Lunisolarkalender, bekannte Bsp. der jüdische und der alte chinesische Kalender. Da hier die Länge der Monate durch die Mondphasen festgelegt sind, muss ein Schaltmonat eingefügt werden. Ein Jahr hat in diesem Kalender zwischen 353-385 Tage.

Es existierte bzw. existiert eine Vielzahl an anderen Kalendersystemen, jedoch scheiterte die Verbreitung an deren Ungenauigkeiten.

Gregorianischer Kalender
– weltweit meistgebrauchte Solarkalender
– benannt nach Papst Gregor XIII.
– Entstehung durch die Reform des julianischen Kalenders
– Grund der Reform: genaue Berechnung des Osterfestes
– Verordnung mit der päpstlichen Bulle 1582
– heftige Auseinandersetzungen bei der Anerkennung
– letzte Übernahme des Kalenders: China 1949
– offizielle Einführung des Jahresbeginns am  1. Januar
– festgelegte Jahres- und Monatslänge, Schaltjahralgorithmus

Türkei
1840 wurde im Osmanischen Reich der Rumi- Kalender eingeführt. Dieser basierte auf dem julianischen Kalender mit der Jahreszählung nach der Hidschra (Beginn im Jahre 622). 1917 wurde der Rumi- Kalender an den gregorianischen Kalender angepasst, mit Ausnahme der Hidschra- Jahreszählung. Die Türkei übernahm den gregorianischen Kalender ohne Ausnahmen  ab dem 1. Januar 1926. Bei der Einführung wurden die Kalender so angepasst, dass sie mit einer Differenz von 584 Jahren vollständig parallel verlaufen.

Image by Gordon Johnson / Pixabay

Okudum: Kürk Mantolu Madonna

“En son hangi kitabı okudun?” sorumuzu Beril Inan (Münih) cevaplıyor…

“Sabahattin Ali’nin 1943’te yazılmış romanı “Kürk Mantolu Madonna”. Kitabın kahramanı Raif orta yaşlı, içine kapanık, işyerinde kimsenin önem vermediği silik biridir. Ama onunla iletişime geçmeyi kafasına koymuş genç iş arkadaşı zamanla Raif’in gençken Berlin’de yaşadığı sıradışı aşkın ayrıntılarını öğrenir. Roman bu aşkın yani Raif ile Maria Puder’in ilişkisi üzerine kuruludur. Raif sabunculuğun detaylarını öğrenmek için gittiği Berlin’de kendini işe vermez, zamanını sanat galerilerinde geçirir. Gördüğü bir resme platonik olarak aşık olur. Ressam, Maria Puder, kendi portresini çizmiştir. Hergün saatlerce tabloya bakan Raif, resimdeki kadının birgün yanına gelip oturduğunu bile fark etmez. Ama tablodaki kadınla tanıştığını öğrenince tüm dünyası değişir.”

835046cd-41d5-46c1-ac55-c74dcf516290

990 Faces Fotoğraf sergisi

İstanbul Fotoğraf Müzesi, Goethe-Institut Istanbul işbirliğiyle Hans-Jürgen Raabe`nin çalışmalarını sergiliyor.

Hans-Jürgen Raabe, 990 Faces projesinde çalışmalarının merkezine tüm bedenselliği ve benzersizliğiyle insanı koyuyor. New York`ta 5. Cadde`de yürüyenler, Kassel`de dOCUMENTA`yı ziyaret edenler veya Boğaz vapurlarında yolculuk edenler – fotoğrafını çektiği kim olursa olsun, hep karşısındakinin kişisel varlığını vurgulayacak özel anı yakalamaya çalışıyor.

Her yerde 10`ar still ve 30`ar portre fotoğraf oluşuyor, toplamda 33 seri planlanıyor. En sonunda ortaya çıkan ise 990 FACES. İstanbul`daki sergide şu ana kadar çekilmiş bütün yüzler ve still`ler yer alıyor.

990 Faces adlı fotoğraf projesine 2010 yılında başlayan sanatçı, projeyi farklı kıtalarda ve çeşitli ülkelerde sürdürdü. Raabe, 990 Faces ile, 30`ar fotoğraftan oluşan seriler halinde bir dönemin son derece kişisel ve ansiklopedik kapsamlı insan resmini sanatsal bir yaklaşımla ortaya koyuyor.

Sergi 12.12.2013 – 12.03.2014 tarihleri arasında pazartesi hariç hergün 10.00 – 18.00 arası açık.
Adres: İstanbul Fotoğraf Müzesi, Şehsuvar Bey Mah.

Kadırga Liman Cad. No: 60, Kadırga – Fatih/ İstanbul

Hans-Jürgen Raabe kimdir?
1952 yılında doğan Hans-Jürgen Raabe, uzun yıllardır Almanya dışında yaşıyor. Gazeteci, yayıncı ve yönetici olarak çalışıyor. Tanınmış tiyatro fotoğrafçısı Erika Haendler-Krah’ın (Kiel) öğrencisi olan Raabe, neredeyse otuz yıl süren “suskunluğundan” sonra “990 faces” (990 yüz) projesiyle fotoğrafçılığa döndü. Bu bağlamda biçimsel olarak daha önce yayınlanmış olan kitaplarının ve sergilerinin (Örneğin “Berlin Graffiti”, 1982) çizgisini devam ettiriyor.
Raabe`yi cezbeden, gerçekliktir. O sahnelemez, flaş kullanmaz, bilgisayar başında manipülasyon yapmaz. Onun resimleri, saniyenin küçük bir kırıntısında yakalanan, kaydedilen anlardır. Poz verdirme yoktur, güzelleştirme yoktur. Dolaysızdır. Kadraj olarak titizdir. Ve, şiirsellikle doludur.