Seit heute (11.09.2019) ist Philipp Lahm offiziell auch Botschafter der Landeshauptstadt München für die UEFA EURO 2020. Der Kapitän der Weltmeister-Mannschaft von 2014 unterzeichnete bei Oberbürgermeister Dieter Reiter den Botschafter-Vertrag und tritt damit offiziell auch als Botschafter der Stadt München auf.
Oberbürgermeister Dieter Reiter: „Wir haben nicht lange überlegen müssen, bis wir den perfekten Botschafter der Stadt für die Fußball-EM 2020 gefunden hatten. Philipp Lahm ist großes Vorbild für viele und er wird auf sympathische Art in die Welt hinaustragen, wie sportbegeistert, weltoffen und gastfreundlich München ist.“
Philipp Lahm: „München ist meine Stadt. Hier bin ich aufgewachsen. Hier lebe ich bis heute. Deshalb ist es für mich selbstverständlich, der Stadt München als Host City Ambassador für die EURO 2020 zur Verfügung zu stehen. Ich möchte meinen Teil dazu beitragen, dass die Spiele in München zu einem Fest für Fußballfans werden – im Stadion, vor den TV-Geräten und in der ganzen Stadt.
Die Gage, die ich dafür bekomme, spende ich dem Bayrischen Fußballverband. Es werden damit 20 Nachwuchstrainer ausgebildet. Mein Team und ich werden sie während und nach ihrer Ausbildung begleiten. Denn unsere jüngsten Kicker sind die Nationalspieler von übermorgen.“
Philipp Lahm (35) ist der jüngste Ehrenbürger in der Geschichte Münchens, zugleich ist er als einer von zwei Geschäftsführern der DFB Euro GmbH für die Organisation der bevorstehenden Europameisterschaften 2020 und 2024 zuständig. München ist eine von zwölf europäischen Gastgeberstädten bei der Fußball-EM 2020 und die einzige deutsche Stadt, in der 2020 EM-Spiele stattfinden. In der bayerischen Landeshauptstadt werden drei Gruppenspiele (16., 20., 24. Juni 2020) und ein Viertelfinale ausgetragen (3. Juli 2020). Auch bei der Europameisterschaft 2024 wird München einer von zehn deutschen Spielorten sein.
Münih’te 13 Eylül’de Gasteig Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek olan Cafe Taksim ‘Türk müziği tarihinde bir gezinti’ konserinin yaratıcısı Deniz Aksan-Filizmen kimdir?
Doğma büyüme Münihli olan 41 yaşındaki Deniz Aksan-Filizmen, okul ve Üniversite eğtimini yine Münih´te, LMU yakın ve ortadoğu enstitüsünde tamamlamıştır. Küçük yaştan beri müziğe ilgi duymuş, bunun dolayısıyla genç yaştan itibaren çeşitli müzik gruplarıyla ve korolarla konser ve müzikli etkinliklere katılmıştır. Şu sıra Armoni-Ahenk korosu üyesidir. 1999 yılında grup Sürpriz ile Almanya adına Eurovizyon şarkı yarışmasına katılmış ve üçüncü olmuşlardır. Türk Eğitim Vakfı ve TSK Mehmetcik Vakfi´nın Türk müziğine yeni ve genç isimler kazandırmak amacı ile ‘bağışçıları Safie Ayla Targan ve Zeki Müren’ anısına düzenlenen Safiye Ayla – Zeki Müren Ses yarışmasına 2009 da katılmış ve Türkiye genelinde beşinci olmuştur. Aslen İstanbullu olan Aksan-Filizmen, Nusret Aksan ile evlidir.
Deniz Aksan-Filizmen, yaratıcısı olduğu Cafe Taksim projesiyle 13 Eylül’de Gasteig Kültür Merkezi Münih’te sekiz müzisyen arkadaşıyla birlikte sahnede olacak.
Münih’te 13 Eylül tarihinde Gasteig Kültür Merkezi’nde verilecek olan özel bir konser için eğitim yılları ve meslek hayatları yanı sıra uzun yıllar konser ve etkinliklerde profesyonel olarak yer alan dokuz müzisyen Café Taksim adı altında bir araya geldi. Grup üyeleri daha önce de yine bu bu tarz etkinliklerde karşılaşmış, tanışmış ve bir çok güzel müzikli ortamda bir araya gelmişlerdir.
Türk müziğinin farklı türlerini çok severek icra eden Deniz Aksan-Filizmen, Nusret Aksan ve Soner Aksan, bu güzel şarkıları sadece kendi kendilerine değil, diğer sevenleriyle de paylaşmak isteyince Ufuk Bakirdöğen, Sancak Bayrak, Enis Filizmen, Stefan Hingerl, Burak Kılıçkıran ve Fethi Tekin ile aynı fikirde olduklarını farketmiş. Hiç zaman kaybetmeden de güzel ve eğlenceli bir konser vermek üzere çalışmalara başlanmış.
Dergimize konserle ilgili bilgi veren projenin yaratıcısı Deniz Aksan-Filizmen şöyle diyor: “Elbette Türk müziğinin bütün türlerine değinmek mümkün olmasa da belirli örnekler vermeye çalışacağız. Bunların arasında sanat müziği, halk müziği, pop müziği ve arabesk bulunmakta. Renkli, hareketli fakat aynı zamanda dokunaklı bir konser verebilmek, bir çok eski ve yeni bestekarı ve yorumcuyu tanıtabilmek adına renkli simaların eserlerini seçmeye gayret gösterdik. Bunların arasında örnek olarak Zeki Müren, Orhan Gencebay, Barış Manço ve daha birçoğu yer almakta.
Bu herkesce bilinen ve severek dinlenen, ahenkli şarkıları sıkca Taksim, Istiklal Caddesi ve Beyoğlu sokaklarının özel mekanlarında dinlemek mümkün olduğu için Café Taksim isminin uygun olabileceğini düşündük.”
Münih belediyesi kültür dairesi tarafından da desteklenen konser, Türk müziğine, bestekarlarına ve yorumcularına tamamen yabancı olan misafirlere de ilginç bir akşam yaşatmak adına almanca sunulacak.
Haber: Doğanay BAYRAK
Fotoğraf: Ayşegül Cesur
Cafe Taksim
‘Eine Reise durch die Geschichte der türkischen Musik’
Son yıllarda Instagramla adını dünyaya duyuran sokak fotoğrafçısı olarak biliniyor Mustafa Seven. Fakat öncesinde Sabah`la başlayıp Akşam gazetesine uzanan 20 yıllık foto muhabirliği serüveni var. Biri İran’da yayınlanmış 3 kitabı, sergileri, workshopları, jüri üyelikleri… Fotoğrafla ilgili her alanda yer almış. Kendi deyimiyle ’94 yılında eline aldığı fotoğraf makinesini bir daha hiç bırakmamış.’
Landwehrstr. 44 adresinde hizmet veren Edeltraud dil okulunda açılan “Faces of the Earth”(Dünyanın Suretleri) sergisi için Münih’e gelen sanatçıyla fotoğraf hakkında güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Bizim için `hızlandırılmış fotoğrafçılık kursu’ gibi de olan söyleşimizi beğeninize sunuyoruz.
Münih’e ilk gelişiniz sanırım. Beğendiniz mi? Beğendim. Daha önce Almanya’da birçok şehire gelmiştim, o yüzden çok tanıdık.
Almanya’da ilk serginiz Münih’te ama. Bağlantı nasıl kuruldu? Evet, Almanya’da ilk sergim. Derneğin kurucularından İlker Karagöz’le ortak arkadaşımız vasıtasıyla tanışmıştık. O, derneğin kuruluşunda yer aldığı için bir kontağım vardı. Açılış için, derneğin sosyal meselelere bakışı ve insana yaklaşımı ile benim çalıştığım projelerin benzerliğinden yola çıkıp “Böyle bir şey yapalım mı?” dedi. Aynı amaç üzerinde buluştuktan sonra benim için nerede ve ne şekilde olduğu önemli değil, seve seve yer alırım, dedim.
Bu sizin kaçıncı serginiz? Bu projenin 7. sergisi ama toplamda on beş falan olmuştur herhalde.
İlk fotoğraf makinenizi elinize ne zaman aldınız? Hangi makineydi? Ben hep karikatürist olmak istiyordum. Kendini konuşarak ya da yazarak ifade edebilen bir adam değilim. Makineyi elime alana kadar çizerek bir şeyler yapmak istiyordum, okulum da zaten güzel sanatlar. 94 yılında okulun ikinci sınıfındayken çalıştığım bir Cafe-Bar’da bir makine unutuldu. Zenit analog. En basit ve en ucuz makinelerden. Bana verdiler, sahibi gelip sorarsa diye. Gelen giden olmadı. Sonra makineyi aldım, film aldım ve fotoğraf çekmeye başladım ama hiçbir şey bilmiyorum. Çok sevdim, aramızdaki ilişki inanılmaz etkiledi beni. O elime aldığım günden beri de bugüne kadar hiç bırakmadım.
Şimdi hangi makinelerle çalışıyorsunuz? Makina aslında bir araç, kaydeden bir cihaz. Dolayısıyla onun ne olduğunun benim açımdan çok bir önemi yok. Artık çoğu profesyonel işi bile bununla (cep telefonunu gösteriyor) çekiyorum. Instagramda gördüğünüz fotoğrafların neredeyse yüzde 90’ı bununla çekilmiş fotoğraflar. Kamera sadece kaydeden bir cihazdır. İyi bir aşçının fırınıyla övünmesi gibi bir şey aslında. Fırın onun için bir araçtır. İster a markası ister b, görevi yemeği pişirmek. Makineler da böyle. Görevi görüntüyü kaydetmek. O görüntüyü nasıl kaydedip ne yapacağın, insanlara neyi göstereceğin makineyi kim tutuyorsa onun tercihi. Dolayısıyla benim makineler açısından özel bir tercihim yok.
İyi bir fotoğrafçıyı nasıl tarif edersiniz? Ben bir foto muhabiriyim. Yaklaşık 20 yıl profesyonel foto muhabirliği yaptım. Son 7-8 yıldır freelance çalışmaya başladım. Bu 20 yıllık süreçte tamamen `photojournalism’ üzerine iş üretip kendimi o şekilde ifade etmeye çalıştım. Dolayısıyla iyi fotoğraf dediğim şey, meseleyi en doğru biçimde başka yardımcı bir araçla (yazıyla, müzikle) beslenmeden anlatabilen fotoğraftır. Teknik konular da önemlidir. Çünkü fotoğrafın özüdür, uluslararası bir dili, estetik anlayışı var. Daha doğrusu bunun uluslararası kabul edilmiş normları var; doğru ışık, doğru kompozisyon. Dolayısıyla teknik önemlidir ama tekniği tek başına mevzuyu yüceltecek bir unsur olarak kullanmak doğru gelmiyor bana. Benim iyi fotoğraf /fotoğrafçı tanımım şöyle; tekniği doğru biçimde kullanıp kendi özgün dilini yaratmış olan.
Foto muhabirlik döneminden sonra instagramla ünlendiniz. Önceki dönemle şimdiki dönem arasındaki fark nedir sizin için? Bir Alman fotoğrafçı ‘dijital fotoğrafların birgün kaybolacağını ve bir jenerasyonun fotoğrafının olmayacağını’ söylemişti… Teknik olarak doğru bir yaklaşım. Dijital kayıtlar sayısal veriler. Boşlukta dolaşan bir şey. Birtakım yazılımlarla fotoğrafa dönüşen bir şey. Çok fantezi bir durum değil, her an yok olabilecek, her an varlığı ciddi biçimde sorgulanabilecek bir şey. Benim açımdan ise şöyle; kitleler tarafından adımın daha biliniyor olmasını ve derdimi daha fazla insana ulaştırmamı sağlıyor. Dünyanın en uzak noktasındaki insanlara bile ulaşıp, kendimi ifade edebilme olanağı sunuyor bana. Bu yadsınamayan bir gerçek. Dijitalleşme ya da sayısallaşma, fotoğrafın tekniği açısından bir takım esneklikler sağladı bana. Estetik gücünü artırabilecek unsurlarla kaynaşmasını sağladı. Daha kolay ve daha hızlı bir biçimde müdahale edebilmemi sağladı. Dijitalleşmenin en belirgin özelliği, fotoğrafı pahalı bir sanat dalı olmaktan çıkarıp, geniş kitlelerin de ulaşabileceği bir uğraş haline getirmesidir. Fotoğraf dijitalleşme sürecine kadar tırnak içinde elitlerin bir iletişim aracıydı. Çünkü pahalı bir uğraştı. Dijitalleşme, bu iletişim aracının daha ucuz, hızlı ve yoğun bir biçimde kullanılmasını sağladı.
İnstagramda fotoğraflarını yayınlamak isteyenler için bir iki öneri verebilir misiniz? Her yerde aynı örneği veriyorum. İki insan düşünün, biri evinden markete gidip ihtiyaçlarını karşılayıp evine dönüyor, sosyal hayatı yok. Başka bir insan var, o da aynı şekilde günlük ihtiyaçlarını karşılamak için sokağa çıkıyor ama esnafa selam veriyor, biriyle muhabbet ediyo, bu iki insan arasında hangisi daha çok bilinir? Tabii ki ikincisi. Ne kadar sosyalsen… Bunun dijital dünyaya ya da sosyal medyaya uygulanmış biçimi şu demek; daha fazla insanla iletişime geçmek. Yorum yapmak, beğeni bırakmak, communitylere dahil olmak. Aktif olacaksınız. Aktif biçimde o sürece dahil olacaksınız. O sürecin belli bir dili var, matematiği var, algoritma dizisi var. Bütün o sınırlar, çerçeveler içindeki alanları doğru biçimde kullanıp var olmak işin özü. Tabii ki üst başlık özgün içerik. Dikkate değer özgün içeriğin yoksa belli bir sayıda insan etrafında toplayabilirsin ama kitlesel anlamda çok zor olur.
Türkiye’de fotoğrafçılık mesleğine bakış nasıl? Bizim zamanımıza kadar insanların ne ürettiğini görüyorduk ama o insan hakkında bilgimiz olmuyordu. Nasıl yaşadığını görmüyorduk. Sadece işlerine özeniyorduk. 2 bin sonrası kuşak şimdi bu insanların nasıl yaşadığını da görüyor. Etraflarında güzel insanlar var, güzel restoranlarda yemek yiyorlar, seyahat ediyorlar vs. Bu insan fotoğrafçıysa ona bunu fotoğrafçılığın sağladığını düşünerek fotoğrafçı olmak istiyor. Bu işin öyle bir şey olmadığını anlaması mevzuyla vakit geçirdiğinde oluyor. Gökten Mustafa’yı bıraktılar ve Mustafa iyi fotoğraf çekmeye başladı gibi düşünüyorlar mesela. Böyle bir şey yok. Gece gündüz çalıştım, günde yirmi saat çalıştığım oldu, ailemden, sosyal çevremden feragat ettim, ayda beş kez havaalanında yatıp kalktım… Hızlı biçimde kendiliğinden gelişmedi her şey, işin içinde çok fazla emek var. Bu emeği verecek cesaretleri de yok, uğraşmak istemiyor. Her şey ona yüklensin ve bir anda başka ülkelere seyahat etsin, magazin dergilerinde kendini görsün. Böyle sanıyor hikayeyi, dolasıyla şu anda fotoğraf popüler bir iş ama sanıldığı kadar da basit bir süreç değil. Tutkuyla bağlı olması gerektiğini bilmiyor. İdealize ettiği hayata erişebilmek için bir araç sanıyor onu ama değil.
Foto muhabirliği yaptınız, sokak fotoğrafçılığı, reklam çalışmaları yaptığınızı biliyorum. 3 kitabınız var. Bu disiplinler arasında kendinizi en rahat nerede hissediyorsunuz? Sokak fotoğrafına daha yakın hissediyorum. Ama çatısını sokak fotoğrafçılığının oluşturduğu, photojournalizm ve dokümentasyondan beslenen bir yapı beni daha iyi açıklar.
Her yere giderken fotoğraf makinesi yanınızda mı? Tabii tabii. Ama birkaç sene öncesine kadar profesyonel bir kamera olmadan sokağa çıkmıyordum. Eksik hissediyordum. Foto muhabirliğinden gelme bir alışkanlık. Bir şey olur da çekemezsem düşüncesi. Ama ne zaman ki bunlar (cep telefonunu gösteriyor) artık kabul edilebilir seviyede fotoğraflar üretmeye başladı, artık rahatsızlık duymuyorum.
Bir kamera önerisi? Kameranızın sınırlarını öğrenin. Yetenekleri nedir ve o çerçevede ben nasıl bir şey çıkarabilirim? iPhone ile gece fotoğraf çekmeye kalkıp `iPhone kötü fotoğraf çekiyor’ demek gibi. iPhone kötü fotoğraf çekmiyor, sen ondan fazlasını bekliyorsun; karanlıkta çekmeyeceksin, zorlamayacaksın. Yeteneği, gücü ne kadar? Sınırını bilmek lazım. Yetenekleri keşfedip o sınırda kaldığınız zaman her kamera çok iyidir. Bir de şu var; Kendi bütçenizin satın alabileceği kamera en iyi kameradır.
İstanbul’da fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz. Peki Almanya’da da fotoğraf çekmek sizin için ilginç olabilir mi? Benim açımdan dünyanın her sokağı, insanın izlerini gördüğüm her yer fotoğraf üretimine uygun bir alandır. Buradaki en büyük mesele sokağa hakimiyet. İstanbul’daki fotoğraflarım niye iyi; çünkü İstanbul’u iyi biliyorum. Hangi mahalleye gidersem nasıl davranmalıyım. Nişantaşı’nda, Etiler’de hangi sokaklarda dolanmalıyım veya daha gettoda hangi dili kullanmalıyım. Almanya’da bunları bilmiyorum. Çekmiyor muyum, çekiyorum ama var olduğun üretim alanının dilini biliyor olmak işi kolaylaştıran bir mesele. Çalışma alanını iyi biliyor olmak önemli mesele.
Fotoğraflarınız çoğu siyah beyaz, dramatik… Fotoğraf, özellikle bizim stilde, şöyle bir özgürlük alanı tanıyor sana: kimsen, neysen, hayata nasıl bakıyorsan, nerede duruyorsan onu çerçevenin içine sokma şansı veriyor. Benim için ne kıymetliyse onu çerçevenin içine alıyorum. Ne değersizse onu dışında bırakıyorum. Benim fotoğraflarımda ne görüyorsanız, o benim. Dramatik etki mi var; demek böyle şeyler seviyorum. Bir arkadaşım `senin fotoğrafındaki insanlar mutsuz’ dedi. Bence değil. Yalnız ama mutsuz değil. Bazen bana “Şu fotoğrafta şunu şunun için mi kullandın?” diye soruyorlar. Bir bakıyorum, ben farketmemişim bile. Görsem fotoğrafın dışında bile bırakabileceğim bir şey. O öyle bir anlam yüklüyor ki ona, fotoğrafı benim çekerkenki duygumun çok dışında bir şey. Ki zaten istediğim de bu, o yüzden hikayelerini anlatmıyorum. Sen bak, kendi hikayeni kendin oluştur. Fotoğraf zenginleşen bir şeye dönüşüyor böylece. Her bakan kendi özgün serüveninden yola çıkarak bir anlam yüklüyor o çerçevenin içindekilere. Ne hissediyorsan o…
Şu an üzerinde çalıştığınız projeler var mı? Bir şeye karar verip onu sonlandırıp yeni bir işe geçmiyorum. Bir şey geliyor aklıma, heyecanlanıyorum, çalışmaya başlıyorum; üç ay sonra saçma geliyor, bırakıyorum. Başka bir şeye başlıyorum. Sonra eski fotoğraflar elime geçiyor, bu iyiymiş aslında diyorum, tekrar başlıyorum. Böyle devam ediyor, ta kii bir bütünlüğe ulaşıncaya kadar. İkna olduysam, sergilenebilir olduğunu da düşünüyorsam ortaya çıkarıyorum. Dolayısıyla şu anda İstanbullu diye bir proje var, üzerinde çalıştığım. İstanbullu kimdir, nedir onu sorgulayan ve onun görsel dilini oluşturan, estetik anlayışını oluşturan, sokakla ilişkisini sorgulayan bi iş, o devam ediyor. Yine benim ilk çalıştığım proje teklik üzerineydi, o devam ediyor. Bir de ben işi sonlandırmıyorum. Bir tema seçtiğimde onu devam ediyorum. Teklik örneğin, yaşadığım sürece devam edecek bir şey. Ticari olarak da çok fazla şey çekiyorum.
Fotoğraftan para kazanmak için reklam fotoğrafçılığı yapmak lazım gibi bir sonuç mu çıkıyor ortaya? Amerikalı veya Avrupalı bir sokak fotoğrafçısı çektiği fotoğraflardan geçinebilir. Ama bizimki gibi bir ülkede bu mümkün değil. Dolayısıyla reklam fotoğrafı çekmek zorundayım, ders vermek zorundayım, fotoğraf turları yapmak zorundayım, workshoplar yapmak zorundayım. Çünkü beni mutlu eden fotoğrafın ekonomik karşılığı yok.
Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen Frankfurt’a geliyor. CHP’li Büyükerşen’e Eskişehirli futbolcular da eşlik edecek. Büyükerşen ve beraberindekiler 16-18 Ağustos tarihleri arasında Frankfurt’ta bulunacak.
Büyükerşen cuma günü kardeş şehir Frankfurt Anakent Belediye Başkanı Peter Feldmann ile birlikte kentin toplu taşıma kurumu VGF’in merkezini ziyaret edecek. Büyükerşen aynı gün göçmen kökenlilerin yoğun olarak ikamet ettiği Gallus semtinde vatandaşlarla biraraya gelecek. Pazar günü ise düzenlenecek futbol turnavasını izleyecek olan Büyükerşen ve beraberindekiler daha sonra Türkiye’ye dönecek. Turnava Eskişehir Anadolu Üniversitesi futbol takımı, Frankfurt’un bir diğer kardeş kenti Tel-Aviv’in Shapiro Community Center, Frankfurtlu Türklerin kurduğu Saz-Rock ve yine Frankfurtlu Yahudi kökenlilerin takımı olan TuS Makkabi katılacak. Turnavada ayrıca Frankfurtlu siyasetçiler ile Saz-Rock takımının emektarları da karşı karşıya gelecek.
2015 yılından buyana ‘Frankfurt – Eskişehir – Tel-Aviv’ buluşuyor ismi altında düzenlenen turnava geçtiğimiz yıl Eskişehir’de düzenlenmişti. Saz Rock ve TuS Maccabi takımları kentteki çok kültürlü yaşama büyük katkı sağlıyor.
Erdal Pektaş
Foto: Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen ve Frankfurt
Anakent Belediye Başkanı Peter Feldmann
Belirli bir alanda bulunan canlılar ile bunları saran çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile oluşan ve bir süreklilik arz eden sistemlere EKOSİSTEM adı verilir. Bizim doğal çevremiz bir ekosistemdir. Bu doğal çevre insan eliyle değil yalnızca kendiliğinden oluşan bir çevredir. Ekosistemde bitki ve hayvanların yaşamı doğal dengeler üzerine kuruludur. Bu nedenle insan ve hayvanların ve de bitkilerin oluşturduğu ilişki en büyük doğal dengedir. Ekosistemdeki hayvan popülasyonlarına `fauna’, bitkilerin oluşturduğu çeşitliliğe `flora’ adı verilmektedir. Fauna ve floradaki negatif etkileşim ekosistemi olumsuz etkileyebilir. Ekosistemdeki kendi besinini üreten canlılara `ototrof’ ve kendi besinini üretemeyenlere ise `heteretrof’ canlılar denir. Burada doğal çevre ile canlılar arasındaki ilişki, etkileşimleri ve biçimlerini inceleyen bilim dalına `ekoloji’ denir.
Son yüzyılda savaşlar, iklim değişimleri ve dünyadaki üretim teknikleri ekolojik dengeyi hızla bozmaktadır. Su, toprak ve hava kirliliği tüm bu ekosistemdeki doğal dengeler besin zincirlerinin de bozulmaya doğru gitmesine yol açmaktadır. Burada ekolojik dengeyi bozan tek çok hücreli varlık insandır. İnsanların yaşamsal alanlara verdiği zararlar dünyadaki iklimi de çok büyük oranda etkilemektedir. Coğrafik değişimler, erozyon, sel, deprem ve fırtına normal ekolojik dengeleri kolaylıkla bozabilir. Bütün bunlardan dolayı dünyada bir enerji sorunu baş göstermeye başlamıştır. İnsanlık alternatif enerji kaynakları aramak zorunda kalmıştır. Var olan termik, atom santralleri sürdürülebilir enerji üretiminden çıkmaya başlamış; yerine yenilenebilir enerji kaynakları aranmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynaklarına bir kaç örnek verirsek; başta güneş enerjisi, hidrolik ve jeotermal, rüzgar ve dalga enerjilerini sayabiliriz. Bütün bu olaylar ekosistemde baş gösterirken canlıların besin zincirlerini de etkilemektedir. Bu besin zincirini biraz açarsak; doğada bir canlı başka bir canlıyı besin olarak kullanırken kendisi de başka bir canlıya besin olur. İşte burada canlıların birbirini tüketmelerine göre oluşan zincire `besin zinciri’ denir. Bu zincirde üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılardan oluşur. Besin zincirini oluşturan halkalar ekosistemdeki olumsuz gidişattan olağan üstü şekilde etkilenerek besin zincirinde kopmalara neden olabilir. Bu yüzden son yüzyılımızda dünyada besin ve enerji sorunları ortaya çıkmaya başlamıştır. Sürekli besinlerin azalması, buna paralel canlı sayısının artması büyük kaosa yol açmaktadır. İşte bu yüzden ekosistemimizde tüm doğal döngüleri bozmadan yaşamanın olanaklı olduğunu, insanlığı yönetenlerin anlamaları zorunludur. Bütün bunlar olurken doğal ekolojik dengeleri de gözetleyerek üretim teknolojilerini, enerji kaynaklarını ve tüketimi dengeli götürme zorunluluğu vardır. Dünyayı düzenlilikten büyük bir düzensizliğe götüren emperyal devletlerin artık akıllarını başlarına almaları gerekiyor. Artık hepimizin biraz daha insan olması gerektiğine olan inancımızla ekosistemlerimizi ve dünyamızı kirleticilerden temizlemeye başlamamızın zamanı çoktan geldi ve geçiyor.
Münih’te 30-31 Temmuz 2019 tarihlerinde Allianz Arena’da yapılacak olan Audi Cup’ta Real Madrid, Tottenham ve Bayern Münih’in yanı sıra Fenerbahçe Kulübü de yer alıyor. Fenerbahçe, ilk maçta Bayern Münih ile karşılaşacak.
Audi Cup, 10 yıl önce, Audi’nin kuruluşunun 100. yılında başladı. 2009’dan bu yana, Avrupa’nın en prestijli hazırlık turnuvalarından biri olarak devam ediyor. Bu yıl turnuvada 6.sı verilecek olan kupayı şimdiye kadar Bayern Münih 3 kez, Barcelona ve Atletico Madrid ise birer kez kazandı.
30 Temmuz’da saat 18.00’da Real Madrid-Tottenham ve saat 20.30’da Bayern Münih-Fenerbahçe maçı olacak. 31 Temmuzda ise kaybedenler 3.lük için saat 18.00’da sahaya çıkacak. Ardından saat 20.30’da ilk günün kazananları final maçında karşılaşacak.
Yarın akşam, Real Madrid, Tottenham ve Bayern Münih gibi takımlarla sahaya çıkacak olan Fenerbahçe’nin kadrosu belli oldu. Kulübün resmi sayfası belirlenen kadroyu şu sözlerle açıkladı:
Almanya’nın Münih kentinde düzenlenecek Audi Cup’ta mücadele etmek üzere bugün Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkacak özel uçakla Almanya’ya hareket edecek olan Futbol A Takımımızın kadrosu belli oldu:
Harun Tekin, Altay Bayındır, Oytun Özdoğan, Mauricio Isla, Batuhan Yılmaz, Sadık Çiftpınar, Diego Reyes, Murat Sağlam, Hasan Ali Kaldırım, Abdülcebrail Akbulut, Emre Belözoğlu, Jailson, Ozan Tufan, Mehmet Ekici, Miha Zajc, Max Kruse, Ferdi Kadıoğlu, Victor Moses, Nabil Dirar, Alper Potuk, Garry Rodrigues, Muhammed Gümüşkaya, Vedat Muriqi, Michael Frey, Allahyar Sayyadmanesh, Yusuf Mert Tunç.
Futbol A Takımımız, Avrupa’nın en prestijli sezon öncesi hazırlık turnuvaları arasında bulunan Audi Cup’taki ilk maçında yarın TSİ 21.30’da Bayern Münih ile karşılaşacak.
Der Echo e.V. und die Abteilung Integration und Jugend der Stadt Dachau organisieren gemeinsam mit den Stadtwerken Dachau am 25.07.2019 eine Sommerspielaktion im Dachauer Freibad.
Den Kindern stehen von 15.00 bis 18.00Uhr verschiedene Angebote wie Balancieren auf der Slackline, Federball, Wikinger-Schach, Fußball oder unterschiedliche Jonglier- und Gleichgewichtsspiele zu Verfügung. Der Echo e.V. bringt mit dem Äktschn Spielbus noch viele weitere Spielmöglichkeiten und Angebote mit.
Für die Sommerspielaktion ist die Teilnahme kostenfrei, der reguläre Eintrittspreis des Freibads ist dennoch zu zahlen.
SPD-Landtagsabgeordneter Arif Taşdelen erhält Bayerischen Verdienstorden
Der SPD-Landtagsabgeordnete Arif Taşdelen wurde heute für sein umfassendes Engagement in der bayerischen Integrationspolitik mit dem Bayerischen Verdienstorden ausgezeichnet. Gewürdigt wurde Taşdelen für sein Engagement als Vorsitzender der Enquete-Kommission des Bayerischen Landtags „Integration in Bayern aktiv gestalten und Richtung geben“ sowie für seinen unermüdlichen Einsatz für das gute Zusammenleben in Bayern.
Tasdelen dazu: „Ich bin dankbar und fühle mich sehr geehrt. Ich habe mich immer aus tiefster Überzeugung für ein gutes Miteinander in Bayern eingesetzt. Der Verdienstorden wird mir Ansporn sein, mich auch weiterhin dafür zu engagieren.“
Der Orden wird als Zeichen der Anerkennung für hervorragende Verdienste um den Freistaat Bayern und das bayerische Volk verliehen. Nur 2.000 lebende Personen dürfen den Orden tragen. Der Bayerische Ministerpräsident Markus Söder überreichte die Auszeichung in der Münchner Residenz.
Bilim ve Sanat sorumlusu Bavyera Devlet Bakanı Bernd Sibler, medya mensuplarını yaz şenliği davetinde ağırladı. Münih Türk Medyası Kulübü üyelerinin de katıldığı davet, tarihi Prinzregenten Tiyatrosu salonunda gerçekleşti.
Münih Türk Medyası’nın da katılımıyla gerçekleşen akşamda, Bakan ve davetli gazeteciler, 2. Dünya şavaşında hasar görmeyen Münih’in tek tiyatrosu olan Prinzregenten Tiyatrosu salonunda, müzik programı ve akdeniz mutfağından lezzetler eşliğinde sohbet etme imkanı buldu.
Öncesinde Bavyera Akademisi’nin yeni araştırma merkezinin açılışında olduğunu belirten Bakan Sibler, Münih’in kültür yaşamına damgasını vuran insanlardan biri olan August Everding ve Tiyatro Akademisi hakkında “Bu güzel tarihi binada genç insanlar tutku ve yeteneklerini yerine getirebilmek için eğitiliyor. Özellikle Münih’in kültür yaşamına damgasını vuran insanlardan biri olan August Everding adını taşıyan bu akademide, tarihi ve kültürü yansıtan bu binada öğrenciler, işlenmemiz elmastan parıldayan mücevhere dönüşüyorlar.” dedi.
Tiyatro Akademisi August Everding ve Prinzregenten Tiyatrosu hakkında detaylı bilgiler veren akademinin başkanı Prof. Hans-Jürgen Drescher, akademinin 25. yıldönümü nedeniyle yoğun bir sezon geçirdiklerini belirtti. Akademide toplam 8 kursta 180 öğrenci eğitildiğini, akademinin ürettiği 50 yapımla geçtiğimiz sezonda öğrencilerin gösterilerini 25 bin izleyiciye sunduklarını, toplam tiyatro ziyaretçi sayısının ise 250 bin olduğunu vurguladı. Başkanın “Birazdan müzikal öğrencilerinden bazılarıyla tanışma fırsatı bulacaksınız.” diyerek sunduğu programda daha sonra öğrenciler, Quenn’in ‘Bohemian Rhapsody’si ile Abba’nın ‘ Thank You For The Music’ şarkılarını seslendirdi. Öğrenciler arasında bulunan Türkiye kökenli Elvin Karakurt da gösteri sonrası, Türk basın mensuplarının ilgi odağı oldu.
Türk Medyasıyla da ilgilenen Bakan Sibler, duayen gazeteci Orhan Tinengin’in Münih’te yaşayan Türkiye kökenli sanatkar ve biliminsanları ile düzenlenecek tanışma toplantısına davetini kabul ederek birlikte toplu resimde yer aldı.
Bakan Sibler, Hamide Türker, Tuba Türker
Münih Türk Medyası, Bakan Sibler ve akademi öğrencisi Elvin Karakurt