Münih’te 40.’sı düzenlenen Almanya Film Balosu’nda Türk kökenli sinema ve televizyon yıldızı Aylin Tezel, `yılın en büyük umut vaat eden yıldızı’ seçildi. Almanya’nın ekol polisiye dizisi Tatort¡un (Olay Yeri) en yeni yüzü olan Aylin, Alman film camiasının katıldığı baloda ilgi odağı oldu.
Münih Bayerischer Hof’ta gerçekleşen gecede Alman film endüstrisinin dev kuruluşları ile sinema ve televizyon dünyasının önemli isimleri adeta şıklık yarışı yaptı. Her yıl olduğu gibi muhteşem bir atmosferde geçen baloda en büyük ilgiyi Almanya’da yılın yeni yetenekleri seçilen genç yıldız adayları gördü. Medya mensupları özel bir etkinlikte tanıtılan Aylin Tezel, Tim Fehlbaum, Jasna Fritzi Bauer, Maria Ehrich, Sabin Tambrea ve Max Hegewald isimli sanatçıları görüntülemek için yarış etti.
En son filmi `Am Himmel der Tag’ filmiyle Torino Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu seçilen Aylin Tezel, “Haber Türk gazetelerinde de çıkmış, bu beni çok sevindirdi. Türkiye’den tebrik yağdı. Türkçe bilmememe rağmen beni en duygulandıran olay, bu kutlamalar oldu.”dedi. Alman televizyonların kült dizisi Olay Yeri’nde genç komiseri canlandıran Aylin Tezel, “Dizi çekimlerim devam ediyor. Bunun yanı sıra yeni film teklifleri alıyorum.” diye konuştu.
Aylin Yılın Yeni Yeteneği
Kaçkarlar’ın Zirvesinden Karadeniz Rock’ın Zirvesine
Rizeli Korhan Özyıldız ve Ceyhun Demir’in 2005’te İstanbul, Kadıköy‘de kurdukları Marsis grubu, Karadeniz rock müziğinin zirvesine kuruldu… Türkçe dışında Lazca, Hemşince, Gürcüce ve Rumca şarkılar seslendiren Marsis, Korhan Özyıldız (vokal), Ceyhun Demir (kemençe), Çağatay Kadı (elektro gitar), Evren Arkman (bas gitar) ve Yaşar Kadir Baş’tan (davul) oluşuyor. 2009 yılında grubun kendi adını taşıyan ilk albümlerinden sonra „Zamanı Geldi / Komoxtu Ora∫ adlı ikinci albümleri de geçen yıl Kalan müzik etiketiyle yayınlandı.
İsmini Kaçkar Dağları’nın 7. zirvesi olan Marsis Dağı’ndan alan grup, 16 Mart’ta Türkiye Almanya Film Festivali kapsamında Nürnberg‘te bir konser verecek. Kendi deyimleriyle gösterilmek istenilenden fazlasına işaret eden grup Marsis ile turne öncesi Karadeniz, toplumsal duyarlılık ve tabii müzik hakkında konuştuk…
Logonuzdaki `Dikkat Bu Grup Yüksek Oranda Radyasyon İçerir’ yazısından yola çıkarsak, radyasyon oranınız nasıl, hala yüksek mi?
Bilim insanları, Çernobil’den sızan en zararlı radyoaktif partiküllerinin yok olması için, en az 900 yıl geçmesi gerektiğini söylüyor. Tüm radyoaktif partiküllerinin tamamen yok olması için, 48 bin yıldan bahsediliyor. Bu rakamlara bakarak bile nükleer enerjinin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu görebiliriz. Aslolan ise bu riskin bedelini sadece biz değil, tam 48 bin yıl boyunca tüm canlıların ödeyeceği. Evet, bu grup hala yüksek oranda radyasyon içeriyor ve maalesef içermeye devam edecek.
Fuat Saka, Volkan Konak, Kazım Koyuncu, Ayşenur Kolivar, Birol Topaloğlu, Selçuk Balcı, Karmate, Helesa, Dalepe Nena, Vova, Apolas Lermi, Gökhan Birben. Aklımıza ilk olarak gelen Karadeniz müziği yapan grup ve sanatçılar. Yıllar önce Karadeniz müziğinin kısıtlı olduğu kanısı hakimdi, şimdi bu bereketi neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak Karadeniz müziğinin belli kırılma noktaları var. Hiç bir süreç birbirinden bağımsız olmamakla birlikte bu dönemin oluşmasında en yüksek katkıyı Zugaşi Berepe ve sonrasında da Kazım Koyuncu’nun yaptığını söylemek yanlış olmaz. Başta tulum ve kemençenin, bölgenin en çok konuşulan dili olan Lazca’nın, sonrasında Hemşince’nin, Rumca’nın bu yörenin çocukları tarafından tekrar hatırlanması ve hatırlanmasının da ötesinde merak edilip öğrenilmeye başlanması bu sonucu doğurdu. Popüler kültürün tüm zararlı yönlerinin farkında olmalı ama faydalı yönlerini kullanmalıyız. Buradaki ayrımı ise popüler olmak ile popülist olmak arasındaki farka bakarak belirleyebiliriz.
Marsis’in çevre sorunları, nükleer santraller ve HES’ler konusundaki toplumsal duyarlılığı biliniyor. Bu duyarlılığın bir sınırı var mı?
Bu duyarlılığın sınırı, hiç bir toplumsal fayda gözetmeksizin sadece kar amacı güderek ve sınırsız bir hırsla yaşam alanlarımızı elimizden almaya çalışanların sınırları kadardır. Aynı hırsla mücadele etmezsek eğer, hiç bir başarıya ulaşamayacağımızın farkındayız. Onlar şimdilik vazgeçmiyorlar biz de geçmeyeceğiz. Karadeniz özelinde, ama tabii ki Dünya genelinde her insana bunun bir sistem sorunu olduğunu, aslında söylenildiği gibi bu enerji kaynaklarına mecbur olmadığımızı, enerji açığı denen kavramı yine sistemin kendisinin yarattığını anlatmak zorundayız.
Biz sizi müzik aleti icat eden grup olarak da tanıyoruz. Elektro kemençeden sonra yeni bir enstrüman var mı yolda?
Ceyhun Demir elektro kemençeyi yaparken bir zorunluluktan yola çıktı. O da – akustik kemençenin yüksek volümlü bir müzik içerisinde akustik özelliklerinden kaynaklı “feedback” yapmasından dolayıydı. Bir yaylada, bir köy evinin bahçesinde çalınarak bu haline evrilmiş kemençenin, davul, bas ve elektro gitar gibi enstrümanlarla aynı sahneyi paylaştığında başka bir yöne evrilmesi kaçınılmazdı. Otantik hali tabi ki üretilmeye devam edilecektir ama yeni gelişmeleri takip etmek ve bunlara açık olmak da bir o kadar gerekli. Aynı şekilde tulum içinde bir zorunluluk ortaya çıkarsa biz ya da başkaları bunu yapacaktır.
Marsis elemanları olarak kendinizi stüdyoda mı, yoksa konserlerde mi daha mutlu hissediyorsunuz?
Kesinlikle konserlerde. Çünkü yaşayan ve karşılıklı duygu aktarımının asıl olduğu müziğe inanıyoruz. Herkes gibi biz de müziğimizi insanlar için yapıyoruz ve yaptığımız müziğin etkilerini insanların gözlerinde görmek çok güzel bir duygu. Tabii ki albüm de önemli ve gerekli ama konser bir albümün ete kemiğe bürünmüş halidir ve ruhudur.
Yakında Almanya’nın da aralarında bulunduğu bir Avrupa turneniz var. Geçtiğimiz yıllarda da Almanya’da konser verdiniz. Buradaki konser seyircisiyle Türkiye’deki arasında fark görüyor musunuz?
Daha büyük bir özlem görüyoruz. Bu örneğin İstanbul, Ankara konserleri içinde geçerli ama yurtdışında bu duygu anlaşılır sebeplerle daha belirgin hale geliyor. Uzun zamandır çoğunlukla ekonomik sebeplerle kültürlerinin uzağında yaşamak zorunda kalmış Karadeniz’in içinden gelenlerle içinden Karadeniz gelenlerin az da olsa özlemlerini giderdiğimizi gördüğümüzde çok mutlu oluyoruz.
Almanya konserinizi Türkiye-Almanya Film Festivali kapsamında vereceksiniz. Marsis son zamanlarda film ve dizi müziğiyle de sıkça anılmaya başladı. Sizce film ve müzik birbirini nasıl besliyor?
Sinema ve müzik ilişkisi uzun yıllardır tartışmalı bir konudur. Birçok yönetmenin konu ile ilgili farklı görüşleri var. Bazısı film içerisinde müziğe bir başrol oyuncusu kadar değer verirken, mesela Zeki Demirkubuz sinema ve müzik ilişkisini “kötü bir evlilik” olarak tanımlar. Fakat genel olarak bir sahnenin duygusunu yükseltmek istediğinizde bunu müzikten daha iyi yapacak bir şey bulamazsınız. Soundtrack olarak adlandırılan ve en az film kadar, hatta bazen iyi ve başarılı bir filmin önüne geçmiş şarkılar da var. Biz de görselin gücüne inanıyoruz ve şarkılarımızı da bazen hayal gücümüzde oluşturduğumuz bir görselin üzerine yapıyoruz.
Müzik ve sanatın kitleleri dönüştürme etkisi ne kadardır? Kendi müzik serüveninizde böyle bir süreç gözlemliyor musunuz?
İki albümü olan ve `görece’ yeni sayılabilecek bir grup olarak da olsa bu etkiyi gözlemlemek mümkün. Çünkü zaten sanat denen kavram tüm alanlarıyla tam olarak hayatın içinden geliyor. Bir kitap kitleleri değiştirip dönüştürebiliyorsa, olumlu ya da olumsuz milyonlarca insanın hayatına direk etki edebiliyorsa müzik neden yapmasın. Konserlerde bazen 5-10 bin kişinin aynı ruh haline büründüğünü aynı enerjiyi taşıdığını görmek de bu inancımızı arttırıyor.
Bir Karadeniz türküsü sizin elinizde hem otantikliğini koruyor, hem de bir rock baladına dönüşüyor. Her Karadeniz rock yapma iddiasıyla yola çıkan grubun başaramadığı bir şey bu. Siz bu homojenliği nasıl sağlıyorsunuz?
Bunun birinci sebebi Marsis’i oluşturan bireylerin ayrı müzik beğenilerinin olması ama Marsis adı altında ortak bir beyine ulaşma çabası. Bazılarımız Marsis ile tanışana kadar Karadeniz müziği ile bu kadar doğrudan ilişki içerisine girmemişti. Bazılarımızın ana dili Lazca’ydı ve tulum – kemençe ile büyümüştü. Ama bu farklılıklarımıza rağmen bir şarkıyı düzenlemek için stüdyoya girdiğimizde, ortak beğeni noktalarımızı ön plana çıkartmak için mücadele ediyoruz. Ayrıca Karadeniz müziğinin hırçın, asi, duygusal bile olsa sert yapısı aynı öğeleri içinde barındıran rock müzik ile çok güzel bir uyum sağlıyor.
Üçüncü albüm pişiyor mu? Sevenleriniz ne kadar bekleyecek?
Üçüncü albüm hazırlıklarına başladık. Şu sıralar şarkı seçimleri ve düzenlemeler için stüdyoya giriyor, provalar yapıyoruz. Tabii zor ve biraz da yorucu bir süreç. Çalmayı çok seven bir grup olduğumuz için konserlerimizden artan zamanları değerlendirmeye çalışıyoruz. Bir tarih vermek bu açıdan çok doğru olmayacaktır, çünkü iki albüm tecrübesinde de anladığımız üzere verdiğimiz tarihi tutturmak konusunda pek başarılı değiliz. Kaldı ki bir albüm çabuk olsun diye ve sırf yapmış olmak için yapılmamalı. Birinci önceliğimiz inandığımız ve içimize sinen bir albüm olması.
Güleç kardeşler Almanya’nın yüzünü güldürdü
Meksika’da yapılan Dünya Tekvando Şampiyonası’nda Almanya adına yarışan Tahir Güleç altın, Rabia Güleç de bronz madalya kazandı. 80 kilogram finalinde Rene Lizarraga’yı 8-7 mağlup ederek altın madalyaya ulaşan Tahir Güleç, 18 yıl sonra Almanya’ya altın madalya kazandıran isim oldu.
Alman Tekvando Milli Takım teknik direktörü Aziz Acharki, Güleç’in altın madalyasının 18 yıl sonra geldiğini belirterek, “bu kadar yıl sonra bunu başardıkları için mutlu olduğunu” ifade etti. Almanya’nın tekvandodaki son altın madalyasını 1995 yılında Acharki kazandırmıştı. Meksika’nın Puebla kentinde düzenlenen Dünya Büyükler Tekvando Şampiyonası’nda, Tahir Güleç’in yanı sıra Almanya Milli Takımı adına yarışan kız kardeşi Rabia Güleç de 62 kiloda bronz madalya kazanarak, büyük bir başarıya imza attı.
Başarılı sporcular doğdukları ve yaşadıkları Nürnberg’e gelişlerinde törenlerle karşılandı.
Şampiyona sonrası Meksika’dan uçakla Frankfurt’a, oradan da Nürnberg’e trenle gelen Güleç kardeşler peronda Nürnberg Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı Horst Förther ve sporseverler tarafından çiçekler ve konfetilerle karşılandı. Förther, Güleç kardeşlere çiçek ve hediyeler verirken, “Yıllar sonra Almanya’ya altın madalya kazandıran sporcularımızı bağrımıza basıyoruz. Başarılarının devamı için elimizden gelen her şeyi yapacağız.” dedi.
Alman medyası da karşılamaya ve 18 yıl sonra gelen altın madalyaya büyük ilgi gösterdi.
Tahir ve Rabia Güleç’in isimlerinin yazılı olduğu tişörtler giyen Nürnbergli arkadaşları sporcu kardeşler lehine sloganlar atarak, onları tebrik ettiler.
Tahir’in ablası Sümeyye Güleç de Almanya adına yarışarak tekvandoda gümüş madalya kazanmıştı. Adeta bir sporcu fabrikası gibi olan ailenin hocaları da yabancı değil. Üç kardeşin hem hocaları hem de amcaları olan Özer Güleç ise, “Yetiştirdiğim gençlerle gurur duyuyorum. Daha büyük başarılara imza atacaklarına sonsuz inancım var.” diye konuştu.
Konuyla ilgili olarak konuşan yetkililer, “Güleç kardeşlerin bu başarılarının, `göçmenleri uyumsuzlukla’ eleştirenlere de bir mesaj niteliği taşıdığını” belirttiler. Yapılan açıklamalarda, “Türk gençleri güvenilip, fırsat tanınması halinde her zaman başarılı olabileceklerini göstermişlerdir.” denildi.
Herzlich Willkommen, Pep!
8 kupalı Heynckes gitti, 14 kupalı Guardiola geldi
Dünya futbolunda kuraldır; işler kötü giderse teknik direktör değiştirilir. Ama Bayern’de böyle olmadı; Bundesliga rekorlarını alt üst eden Süper Kupa, Lig, Kupa ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Hynckes görevinden ayrıldı. Bu kadar parlak kariyerli teknik direktör nasıl bırakır derken, sadece gezegenler arası kupası bulunmayan Guardiola göreve başladı. Kısacası, bir kupa canavarı gitti, bir başka kupa koleksiyoncusu geldi.
Barcelona’da kırılmadık rekor bırakmayan Joseph Guardiola imza töreninde oldukça neşeliydi. Pep basın mensuplarına “Kusura bakmayın Almancam hala iyi seviyede değil. New York’ta Almanca öğrenmek biraz zor. Ama önümüzdeki haftalarda daha iyi konuşacağım. Bayern Münih tarafından seçilmek büyük bir şans. Barcelona’da fantastik günler yaşadım. Aynı başarıları Bayern’de de yaşamaya hazırım. Bayern’in geçtiğimiz sezon yaşadığı başarının bende bir baskı yarattığı düşünülebilir, fakat sorun yok. Çıtayı daha yukarı çıkarmaya hazırım. Yanımda kendi ekibimle gelmek istemedim çünkü zaten kulüp iyi bir yapıya sahip. Futbol futbolcular üzerine kuruludur, teknik direktörler üzerine değil. Kendimi Bayern’in kalitesine adapte edeceğim, Bayern’i bana değil. Belki oyun anlamında birkaç küçük detayı değiştirebilirim.” dedi. Genç çalıştırıcı bir soru üzerine, “Jupp Heynckes ile tanışmak isterim. Onun düşünceleri benim için ufuk açıcıdır. Onun kariyerine çok büyük saygım var. Heynckes’in yerine geçmek benim için büyük bir onur. 4 kupa kazanmış bir ekipte köklü değişikliklere gitmek doğru olmaz. Oyun felsefem? Atak yapmayı, oynamayı ve topa sahip olmayı seviyorum.” cevabını verdi.
Bayern CEO`su Rummenige: “Pep gibi şu ana kadar her şeyi kazanmış birini takımın başına getirmek Bayern için değişik bir deneyim. Pep’e sahip olmak hem Bayern için hem de Bundesliga için büyük bir kazanım. Barcelona hala UEFA sıralamasında bir numara olabilir fakat biz onları geçip listenin en üst sırasında yer almak istiyoruz. Pep’in takımı nasıl bir değişime uğratacağını çok merak ediyorum.” diye konuştu.
Bayern Munich Başkanı Hoeness imza töreninde şu açıklamayı yaptı: “Pep ile bir araya geldik ve 5 deş dakika sonunda anladım ki o da bizimle çalışmak istiyor. Onunla yaklaşık 3-4 saat futbol üzerine konuşmuştuk ve ikna olmuştuk. Pep Bayern’in geleceğidir. Yeni bir sayfa açmak için Guardiola’dan daha iyisini bulamazdık. Ama geçen sezon bize üç kupa kazandıran Heynckes’i de anmamak olmaz.”
Kupa neden Almanya`da kaldı?
Futbol, sporcularını bebek yaşta eğiten, çalışkanlık ve disiplinle yoğuran Almanların kazandığı bir oyundur
İngiliz golcü Garry Lineeker, “Futbol 90 dakika oynanan, sahada 22 kişinin mücadele ettiği ve sonunda hep Almanların kazandığı bir oyundur” diyerek `her daim ve her şartta kazanmayı bilen’ Alman futbol karakterini açıklamıştı. 2000’li yıllar `hep Almanların kazandığı’ yıllar olmadı. Genlerinde kazanma karakteri yatan ülke futbolu yine çeyrek, yarı ve finallerde dolaşıyordu ama Lineeker’i haklı çıkaramıyordu. Euro 2000`de gruplarda elenen Almanlar, bir değişime gitme kararı aldılar.
Bu kararı sadece turnuvalardaki milli ve kulüp takımları bazındaki başarısızlık yüzünden almadılar. Almanlar, “neden bizim de dünya çapında bir yıldızımız yok” konusunu da tartışıyorlardı. Dünya futbol sahnesine iyi oyuncular sundular ama hiçbir zaman çok büyük bir yıldız veremediler. Brezilya’nın Pele`yi, Arjantin’in Maradona`yı sunduğu gibi. Ayrıca en başarılı oldukları yıllarda bile adları, `Alman panzerleri’, `Alman disiplini’, `göze hoş gelmeyen ama sonucu gidici takım’ gibi terimlerle anılıyordu.
O gün aldıkları değişim kararı, bugün karşımıza bir devrim olarak çıkıyor.
2000 yılında başlatılan bu değişim sürecinde ülkenin dört bir yanında 300`ün üzerinde futbol okulu açıldı. Bu okulların başına lisanslı ve profesyonel alt yapı eğitmenleri getirildi. Bu okulların görevi, ülke genelindeki genç yetenekleri bulup, eğiterek Alman futboluna kazandırmaktı. Bu okullarda 11 ile 14 yaş arası 14 bin yetenekli çocuk eğitime tabi tutuldu. Amaç sadece yetenekleri keşfetmek değil, bu küçük çocuklara daha o yaştan itibaren `kazanma alışkanlığı’, `kaybetmeme hırsı’ gibi Almanların vazgeçilmez özelliklerini yüklemekti.
Almanya Futbol Federasyonu bu oluşumun yanında Alman kulüplere yabancı futbol sınırlaması da koydu. Her takımda en az 12 Alman oyuncu bulundurma zorunluluğu getirdi. Yıllardır `saf kan’ Alman dışında hiçbir sporcuya milli forma vermeyen Almanlar, artık ülkelerinde yaşayan, vatandaşları olan göçmenlerden de yararlanmaya başladılar. Göçmen nüfusunun çok yoğun olduğu Almanya, atıl duran bu güçten de faydalanıyordu artık. 2010 Dünya Kupası kadrosunun % 48’i, etnik kökeni 8 farklı ülkeden oluşan oyunculardan kuruluydu.
Çok küçük yaşlarda eğitime alınan bu gençler artık sahne almaya hazırlardı. 2007 yılında Güney Kore`deki U 17 Dünya Kupası’nda üçüncü oldular. 2008`de ise U 19 takımı Çek Cumhuriyeti`nde düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nı kazandılar. Böylece 1992`den bu yana ilk kez bir Alman Genç Milli Takımı şampiyonluğu kazanmıştı. 2009`da ise U 21 takımı şampiyonluğu kazanırken hem bu yaş kategorisinde ilk kez şampiyon oldular, hem de 2009 yılı içerisinde üç farklı yaş kategorisinde şampiyonluğa ulaşan tek ülke olarak tarihe geçtiler. Ve bütün bunları başaran oyuncu topluluğunun çok büyük bir kısmı 2000 yılında eğitime alınan isimlerden oluşuyordu.
Almanya 2000 yılında giriştiği özkaynak devriminde bugün çok başarılı olduğunu kanıtladı. Almanlar bu oluşum için 100 milyon euro gibi çok ciddi yatırım yaptı. Bebek yaşta eğitime aldıkları çocuklara aşıladıkları kazanma hırsı, çalışkanlık ve disiplin gibi özellikleri 10 yıl boyunca işlediler.
Lineeker’in sözünü açarsak, “Futbol 90 dakika oynanan, sahada 22 kişinin mücadele ettiği ve sonunda hep sporcularını bebek yaşta eğiten, çalışkanlık ve disiplinle yoğuran Almanların kazandığı bir oyundur” demek gerekiyor galiba.
20 Soru: BURAK YETER
Prodüktör ve DJ. Küçük yaşlarda piyano ve gitar çalarak müziğe başladı. Dünya’nın en iyi okullarından biri olarak kabul edilen SAE`de ses mühendisliği üzerine eğitim aldı. Uluslararası yarışmalarda aldığı Türkiye birinciliği, Kral Müzik Ödüllerinde iki “en iyi remix ödülü” ve yayınlanan üç albümü var. Şu sıralar Amsterdam`da yaşayan sanatçı yurt içi ve yurt dışında performans sergilemeye devam ediyor.
En sevdiğiniz kelime nedir?
Peki.
Sizi ne heyecanlandırır?
Sahne öncesi son 10 dakika.
Şimdiki işinizi yapmasaydınız mesleğiniz ne olurdu?
Astronot.
En belirgin karakter özelliğiniz nedir?
İstikrar.
Şu anki ruh haliniz nasıl?
Sakin, huzurlu ve güven verici.
Mutluluk rüyanız nedir?
Yapacağım şarkının melodisini rüyamda keşfettiğim zamanlar mutlu oluyorum.
Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Kesinlikle uçmak isterdim.
En sevdiğiniz ses nedir?
Piyano sesi.
Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
Kendimden çok memnunum.
Hayatınızın mottosu nedir?
Kesinlikle zirve, başarı.
Nerede yaşamak isterdiniz?
Amsterdam`da yaşamak isterdim diyeceğim ama artık yaşıyorum.
En önemli kusurunuz nedir?
Kendi bildiğimi yapmam.
En sevdiğiniz yazar kim?
Kesinlikle Rus yazar Dostoyevski. Ancak İngiliz Daniel Defoe`yu da en sevdiğim eseri Robinson Crusoe ile es geçmem.
Arkadaşlarınızda olmasını istediğiniz en önemli özellik nedir?
Tabii ki ortak duygular. Birlikte kafaların uyması çok önemli benim için.
En sevdiğiniz film kahramanı hangisidir?
Tabii ki Süpermen.
En büyük korkunuz nedir?
Allah.
Tarihte en sevmediğiniz karakter kimdir?
Tarihte değil ama küçüklüğümün Ninja Kaplumbağalar çizgi filminde Shredder¬in adamları Raxted ve Bibap`ı hiç sevemedim.
En büyük lüksünüz nedir?
En büyük lüksüm stüdyomda müzik yapmak.
Öldüğünüzde Tanrının size kapıda ne söylemesini isterdiniz?
Stüdyonuz hazır.
“Yapmadan ölmek istemem” dediğiniz şey nedir?
Gezegenlere yolculuk.
Valentinstag
Für einige ist der Valentinstag eine Erfindung der Konsumindustrie, für andere das Fest der Liebenden. Überlieferungen sagen uns, dass dieses Fest seit dem Mittelalter in England gefeiert wird und dessen Wurzeln älter sind, als so manch einer denkt. Jedoch gibt es, wie bei vielen überlieferten Festen, unterschiedliche Ansichten zur genauen Entstehung und Verbreitung.
Laut einer Meinung hat dieser Tag seinen Ursprung in der römisch-katholischen Liturgie. Am 14. Februar wird die Ankunft Jesu als himmlischer Bräutigam zur himmlischen Hochzeit gefeiert. Eine andere Meinung hingegen besagt, dass die kirchliche Liturgie sich hier auf vorchristliche Bräuche beruft, folglich soll der Valentinstag ein heidnisches Fest sein. Als Beispiel wird das Fest Lupercalia zu Ehren der römischen Göttin Juno (griech. Mythologie: Hera) genannt. Sie war die Schutzpatronin der Ehe und die Frau des Jupiters (griech. Mythologie: Zeus). Durch ein Liebesorakel half sie angeblich den Frauen bei der richtigen Partnerwahl. Eine andere Sage besagt, dass an diesem Tag Lose gezogen wurden. Die so ausgelosten Pärchen gingen miteinander aus und manche verliebten sich sogar ineinander – vorstellbar wie ein Blind Date heutzutage. Ein anderer Brauch an diesem Tag war, dass verheiratete Männer ihren Frauen Blumen schenkten.
Eine weitere Überlieferung für die Entstehung basiert auf dem Bischof Valentin aus Terni. Er soll gegen den Willen des römischen Kaisers einige Verliebte christlich getraut haben, darunter Soldaten, die nach kaiserlichem Befehl unverheiratet bleiben mussten. Zugleich wird ihm der Brauch des Blumenschenkens zugeschrieben, da der Bischof den Verliebten Blumen aus seinem Klostergarten geschenkt haben soll. Auf Befehl des Kaisers Claudius II. wurde der Bischof Valentin am 14. Februar 269 enthauptet.
Eine weitere Überlieferung ist das “Parlament der Vögel” des englischen Dichters Geoffrey Chaucer. Er schrieb dieses Gedicht zur Feier des Valentinstages 1383 am Hofe von König Richard II. Darin wird beschrieben, wie sich die Vögel an diesem Tag um die Göttin Natur versammeln, damit jeder Vogel seinen Partner findet. Ein konventioneller Gedanke damals besagte, dass am 14. Februar die Paarungszeit begann; äquivalent dazu das Volkslied “Die Vogelhochzeit”. In einigen westslawischen und ostdeutschen Gebieten ist diese Tradition erhalten geblieben.
Nicht zu vergessen sind die Bräuche zum Valentinstag. In Großbritannien und den USA werden u. a. Liebesgedichte bzw. -briefe ausgetauscht. In Deutschland etablierte sich der Valentinstag nach dem Zweiten Weltkrieg durch die US-Soldaten. Im Jahr 1950 wurde in Nürnberg der erste Valentinsball veranstaltet. In Finnland wird es als der Tag der Freundschaft gefeiert. In Italien werden z. B. an Brücken “Liebesschlösser” angebracht und die Schlüssel ins Wasser geworfen. In Brasilien wird der Valentinstag am 12. Juni gefeiert. In China wird ein ähnlicher Tag (Qixi-Fest) am 7. Juli gefeiert. In Japan schenken die Frauen den Männern Schokolade, und diese revanchieren sich einen Monat später am White Day mit weißer Schokolade.
Diese Sagen bzw. Überlieferungen sind Indizien dafür, wie sich antike Mythen mit römischen Brauchtümern und frühmittelalterlichen Legenden vermischten und in spätere Gesellschaften einsickerten. Aufgrund der Industrialisierung und Globalisierung erfuhr der 14. Februar eine erneute Wandlung, sodass die Bedeutung und das Ausmaß des Valentinstages sich wandelte und bestimmt noch wandeln wird.
“Bavaturka – Türkische Reise” Unterbiberger Hofmusik
Die bayerische Band “Unterbiberger Hofmusik”, bestehend aus dem Ehepaar Irene und Franz sowie ihren hochmusikalischen Söhnen Xaver, Ludwig und Franz, veröffentlichte im Sommer letzten Jahres ihr siebtes Album mit dem Titel “Bavaturka – Türkische Reise”. Die Band aus Unterbiberg verknüpft damit geschickt bayerische und türkische Volkslieder, wie “Dere Geliyor”, mit einem Hauch von lebendigem Jazz Groove.
Zur Entstehung von “Bavaturka – Türkische Reise” sagt der Familienoberhaupt Franz Josef Himpsl selbst: “Hätte mir jemand noch vor fünf Jahren prophezeit, dass wir einmal ein türkisches Programm spielen werden – damals hätte ich verständnislos mit dem Kopf geschüttelt. Doch wie heißt es so schön “sag niemals nie”. Im Grunde genommen wurden die Weichen bereits 2005 und 2008 gestellt, als wir auf Einladung des Goethe- Instituts in Izmir und Istanbul zu Gast waren. Während unserer Aufenthalte in der Türkei lernten wir eine unglaubliche Gastfreundschaft, interessante Menschen und phantastische Musiker kennen und durften ganz besondere Einblicke in die türkische Musik nehmen. All das hat uns seitdem nicht mehr los gelassen.”
Im Interview mit Musiker Xaver Himpsl erfahren wir mehr über die Entstehungsgeschichte der CD:
Wie ist die Idee entstanden bayerische Musik mit der türkischen Musik zu verbinden?
Die Idee hat eine ganze Weile gebraucht zu entstehen. Vor allem der Punkt ein ganzes Album in dieser Weise zu machen. Das erste Mal haben wir türkisch gespielt, als wir vom Goethe- Institut nach Istanbul eingeladen worden sind. Damals war mein Vater davon überzeugt, dass wir mindestens ein türkisches Stück spielen mussten, um den Türken einen Schritt entgegen zu kommen. Unser Problem war z.B. einen 7/8 Takt auf die Schnelle richtig zum grooven zu bringen. Aber die Türken waren begeistert, somit war der erste Schritt getan. Auf einer späteren Tour hat mein Vater einen Austausch mit einer türkischen Schule eingefädelt und dadurch wurden die Verbindungen immer enger.
Wie war eure bzw. deine Beziehung zur türkischen Bevölkerung und Kultur vor der “Türkischen Reise”? Was hat sich danach eventuell geändert?
Meine persönliche Erfahrung mit Türken war vor unserem ersten Türkei Aufenthalt sehr beschränkt. Vielleicht nicht gerade die fast schon üblichen Vorurteile über die “U-Bahn Türken, die nicht gescheit Deutsch können”, da ich auch einige türkische Mitschüler im Gymnasium hatte, die in diese Vorurteile nicht reingepasst haben. Aber getroffen hat man sie schon ab und zu, vor allem bei uns in Neuperlach. Das hat sich natürlich noch mal ganz schön gedreht, als wir erst Türken im eigenen Land kennengelernt haben und dann auch mehrere Deutsch-Türken hier. Vor allem die Musiker, wie Seref und unser türkischer Chor (Armoni Ahenk) haben natürlich mein Bild sehr positiv beeinflusst. Bei meinem Vater war es ganz am Anfang ähnlich, glaube ich. Ihn hat vor allem frustriert, dass es an seiner Realschule eben türkische Kinder gab an die er nicht emotional herankam. Das hat ihn besonders dazu inspiriert türkische Lieder zu lernen. Auch wenn das erst mal nicht so funktioniert hat, wie er sich das vorgestellt hat.
Was gefällt dir an der türkischen Musik?
Die ungeraden Taktarten und der damit zusammenhängende Groove gefällt mir am besten. Es regt einfach zum Tanzen an.
Spielt ihr auf jedem Konzert Lieder aus dem Album “Bavaturka”?
Im Moment ja, da auch unser Live-Programm “Bavaturka” heißt. Das hei˚t aber nicht, dass wir nur Stücke aus diesem Album spielen. Welche Stücke wir spielen, hängt auch ein bisschen vom Solisten ab.
Die Auswahl der Lieder ist sehr beeindruckend. Mir sind besonders die armenischen Tänze aufgefallen. Woran habt ihr euch bei der Auswahl der Lieder orientiert?
Es ist bei uns immer so, dass jeder Stücke mitbringen kann, der mitspielt und die meisten tun das auch. Die armenischen Tänze sind eine Hommage von Jay an seine armenisch- stämmige Frau Kim Nazarian (New York Voices). Unsere Grundsatzidee war, dass man nicht nur die Türkei abdeckt, sondern mehr. Da hat diese persönliche Verbindung gut gepasst.
Welches Lied aus dem Album “Bavaturka” liegt dir besonders am Herzen?
Mein persönliches Lieblingslied sind die armenischen Tänze. Sie sind so melancholisch und haben eine Kraft, wie ich sie selten bei einem Stück erlebt habe. Klingt alles natürlich sehr sinfonisch. Jay Ashby spielt auch ein unglaublich schönes Solo auf diesem Stück.
Können wir uns in Zukunft auf weitere bayrisch-türkische Alben freuen?
Es wird wohl noch ein bis zwei Jahre dauern, aber wir haben durchaus vor, in dieser Richtung noch weiter zu suchen, was uns gefällt. Im Moment macht Franz ja auch noch eine Fortbildung für das Kultusministerium. Kann sein, dass wir einige von den Liedern, die er dort verwendet, auch noch für uns zurechtschneidern.
“Bavaturka – Türkische Reise” ist in allen gut sortierten CD Läden erhältlich und bestellbar auf:
www.unterbiberger.de
Einige Konzerttermine:
MÜNCHEN
19.03.2013, Fraunhofertheater, Stury-Stiftung
18.05.2013, Klangfest
23.10.2013, STUDIO 2
Bayerischer Rundfunk
AUGSBURG
21.07.2013, Fronhof, Matinée
Alle Tourtermine finden Sie unter: www.unterbiberger.de/Konzerte
Text: Görkem Şahin
Derin Yüzleşme
Almanya, adalet sınavında. Irkçı saiklerle işlenmiş cinayetlerin yargılamasına başlandı. Türk ve dünya kamuoyunun gözü Münih‘te. Devletin töhmet altında kalmaması için derin ilişkilerin de deşifre edilmesi şart
Almanya`da 2000-2007 yılları arasında 8`i Türk 10 kişiyi öldürmekle suçlanan aşırı sağcı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör hücresinin yargılanmasına Münih Eyalet Mahkemesi`nde başlandı. İlk dört duruşmada yaşananlar ve öncesindeki gelişmeler, soru işaretlerini de beraberinde getirdi. `Adalet arayışı yerini bulacak mı?’, `Ülkeyi kan gölüne çeviren çete, hak ettiği cezalara çarptırılacak mı?’, `Son 15 yılın en büyük suç şebekesinin perde arkasındaki isimleri kimler?’ gibi onlarca soruya yanıt arandı.
Aslında NSU davası, İtalya ve Türkiye`de olduğu gibi devletin içindeki çetelerin deşifre olmasına olanak sağlayacak fırsatı, adaletin eline verdi. Ama Almanya buna hazır mı? İşte can alıcı soru bu! Çünkü Kasım 2011`de bir banka soygunuyla deşifre olan üç kişilik terör hücresinin ortaya çıkmasından sonra yaşanan gelişmeler, bizi iyimser değil, kötümser yaptı. Zira çorap söküğü gibi birbiri ardına yaşanan gelişmeler, Türk ve Alman kamuoyunu hayretler içinde bıraktı. Devlete olan güveni erozyona uğrattı. Üç kişilik bir hücreden ibaret örgüt, Alman siyasetini, güvenlik bürokrasisini ve toplumu derinden sarstı. Kaybolan dosyalar, gizlenen bilgiler, görmezlikten gelinen ip uçları, güvenlik ve istihbarat teşkilatlarının göçmenlere yaklaşımı, bir hukuk devleti olan Almanya`yı töhmet altında bıraktı. Kuşkuyu daha da derinleştirdi. Thüringen, Bavyera ve Federal Meclis`te kurulan araştırma komisyonlarının çalışmaları bu kaygıyı doruk noktasına çıkardı. Türk ve Alman kamuoyunda `Cinayetlerin üstü örtülmek mi isteniyor?’ sorusu, dillendirilmeye başlandı. Almanya Cumhurbaşkanı ve Başbakanı başta olmak üzere devlet yetkililerinin verdiği güvenceler, kamuoyunda oluşan algının değişmesini sağlayamadı.
Öyle ki yargılamayı yapacak mahkemenin Türk basınını ve yetkililerini duruşmalara almama girişimi, ilk duruşmada sanık ve avukatlarının tavrı ve baş zanlı Beate Zschaepe`ye `pop star‘ yaklaşımı, `kaygılar yersiz değil’ algısı yarattı.
İşte özetlemeye çalıştığımız endişeler nedeniyle Münih Eyalet Mahkemesi, yargılamayı yaparken `derin devlet’ iddialarına da yanıt aramak zorunda. 14 soygun ve 10 cinayetle suçlanan örgütün 10 yıl boyunca güvenlik birimlerinden kaçmasının sorumlularının da cezalandırılması gerekiyor. Kamuoyunu tatmin etmeyecek bir yargılama, gizli servis ve `derin ilişkiler’ iddialarını güçlendirip, devleti töhmet altında bırakır.
Ortaya çıkan tabloyu en güzel, Federal Meclis NSU Araştırma Komisyonu Başkanı Sebastian Edathy özetledi. Alman güvenlik birimlerinin soruşturma aşamasında sınıfta kaldığını iddia eden Edathy, “NSU konusunda polis ve gizli servis önyargılarla soruşturma yürüttü. Bu, bir hukuk devletine yakışmadı” dedi. Aşırı sağ tehlikesinin çok küçümsendiğini savunan Edathy, Alman güvenlik birimlerinin, aynı ABD`nin 11 Eylül saldırılarından sonra radikal İslamcılara karşı yürüttüğü mücadelenin bir benzerini yürütmesi gerektiğini öne sürdü. Edathy, “NSU cinayetleri, RAF’tan (Kızıl Ordu Fraksiyonu) bu yana en vahim siyasi motifli eylemlerdir. Hukuk devleti başarısız olmuştur. Devlet, ne kurbanları koruyabilmiştir, ne de önyargısız ve profesyonel bir soruşturma yürütebilmiştir” diye konuştu.
Sebastian Edathy`nin tespiti gibi, Münih`teki yargılama devlet kurumlarının kendilerini temize çıkarması için büyük bir fırsat. Latin atasözünde olduğu gibi “Dünya yıkılsa da adalet yerini bulmalıdır.”
Son sözümüz, bu süreçte kötü bir sınav veren Türk kamuoyuna. Alman felsefesinin önemli isimlerinden İmmanuel Kant der ki: Böcek olmayı kabul edenler, ayaklar altında kalıp, ezilmekten yakınmamalıdır.
IRKÇI TERÖR KURBANLARI
Enver Şimşek
İlk kurban. 9 Eylül 2000`de Nürnberg`de öldürüldü. Ispartalı çiçekçi, öldüğünde 38 yaşındaydı. Geride bir eş ve iki çocuk bıraktı.
Abdurrahim Özüdoğru
13 Haziran 2001`de Nürnberg`deki ikinci kurban oldu. Bursalı terziden geride, kızı Tülin ve eşi Gönül kaldı.
Süleyman Taşköprü
Hamburg`da çalıştırdığı manavda 27 Haziran 2001`de öldürüldü. Afyonkarahisarlı Taşköprü, geride üç yaşında bir kız çocuğu bıraktı.
Habil Kılıç
29 Ağustos 2001`de ırkçı katillerin hedefi oldu. Artvinli manav, geride 12 yaşında Damla adında kızını ve eşi Pınar`ı bıraktı.
Mehmet Turgut
Rostock`ta 25 Şubat 2004`te döner büfesinde çalışırken öldürüldü. Elazığlı Turgut ülkeye kardeşi Yunus`un kimliğiyle kaçak girmişti.
İsmail Yaşar
Nürnberg`de öldürülen üçüncü kişi. 9 Haziran 2005`te hedef olan Şanlıurfalı dönerci, eşi Belgin Ağırbaş`tan yeni boşanmıştı. Geride oğlu Kerim`i bıraktı.
Mehmet Kubaşık
Dortmund`da 4 Nisan 2006`da işlettiği büfede katledildi. K.Maraşlı Kubaşık, ikisi erkek, biri kız üç çocuk ile eşi Elif Kubaşık`ı geride bıraktı.
Halit Yozgat
Son Türk kurban, Kassel`de babasına ait internet kafede 6 Nisan 2006`da öldürüldüğünde 21 yaşındaydı.
Theodoros Boulgarides
Yunan kökenli Theodoros Boulgarides, 15 Haziran 2005`te öldürüldü. Dönercilik yapan Boulgarides, Türk sanıldığı için hedef oldu.
Michele Kiesewetter
Alman polis memuru 25 Nisan 2007`de arkadaşıyla devriye gezerken öldürüldü. Neden hedef seçildiği hâlâ bir sır.
Halil yakına geldi
Milli oyuncu Halil Altıntop, Trabzonspor ile olan sözleşmesini feshederek, Bundesliga takımlarından FC Augsburg`a geldi
Yeniden Almanya’ya dönen Halil’in trasfer haberini FC Augsburg takımı internet sitesinden duyurdu. Habere göre Augsburg, 30 yaşındaki orta saha oyuncusuyla 30 Haziran 2015 tarihine kadar geçerli olan bir sözleşme imzaladı.
FC Augsburg yöneticisi Stefan Reuter transfer ile ilgili yaptığı açıklamada, “Halil’in kulübüyle olan sözleşmesini feshetmesiyle bu transfer mümkün oldu. Halil’in Bundesliga’ya dönüşünde Augsburg’u tercih etmesinden çok memnunuz” diye konuştu.
Bundesliga kariyerindeki 4. takım Augsburg
Halil Altıntop daha önce Bundesliga’da, Kaiserslautern, Schalke 04 ve Eintracht Frankfurt formaları giymişti. Augsburg, milli oyuncunun 4. takımı olacak.
Augsburg Teknik Direktörü Markus Weinzierl ise, “Çok tecrübeli bir ofansif oyuncu kazandıklarını, Halil’in Augsburg’a sadece sportif anlamda değil, liderlik kalitesiyle de çok şey katacağına inandığını” belirtti. Weinzierl, Halil’in daha önce Bundesliga`da 236 maçta forma giydiğini ve attığı 47 golle kalitesini kanıtladığına vurgu yaptı.
Takımda 7 numaralı formayı giyecek olan Halil Altıntop ise “Tekrar Almanya’ya ve Bundesliga’ya dönmek güzel. Augsburg’da zaman geçirecek olmaktan ötürü çok sevinçliyim” dedi.