Salı, Ekim 14, 2025
Startseite Blog Sayfa 25

„Wir werden nicht nach unten schauen!“

Verschiedene türkische Vereine haben sich in München sowie in anderen deutschen Städten am Samstag (06.02.2021) zusammengeschlossen und eine Solidaritätskundgebung für die Studenten der Bogazici Universität organisiert.

Seit Anfang Januar protestieren die Studenten der Bogazici Universität gegen die Ernennung des neuen Rektors Melih Bulu und fordern seinen Rücktritt. Bulu ist der erste Rektor der Bogazici Universität, der nicht gewählt, sondern direkt durch den Präsidenten Erdogan ernannt wurde. Unter anderem kandidierte Melih Bulu für die AKP bei früheren Wahlen.

Nicht nur bei den Studenten stößt dieses Vorgehen auf Kritik. Viele andere türkischen Universitäten solidarisieren sich mit der Bogazici Universität und unterstützen sie bei ihren Protesten. In München haben sich nach Aufruf des Tokatlilar Kulturvereins weitere Vereine, wie CHP München, türkisch-alevitische Gemeinde und Bizimeller der Solidaritätskundgebung angeschlossen. 

Am Odeonsplatz kamen neben Vorträgen diverser Vereinsvorstände auch einige Boğaziçi Studenten zu Wort, die ebenfalls ihre Unterstützung deutlich machten. Auf vielen Plakaten konnte man Aufschriften wie „Freie Akademie“, „Boğaziçi direnişi“ (Bogazici Widerstand) und „Aşağı bakmayacağız“ (Wir werden nicht nach unten schauen) lesen.

Der Slogan „Wir werden nicht nach unten schauen“, hatte dabei die größte Bedeutung. In der Türkei wurden während der Proteste zahlreiche Studenten festgenommen. Ihnen wurde befohlen nach unten zu schauen, sie durften ihre Köpfe nicht heben. Als Gegenreaktion entstand daher der Slogan „ Aşağı bakmayacağız“.

Unter Einhaltung der Hygienevorschriften verlief die Versammlung in München sehr friedlich ab.

Text: Semra Taştan
Fotos: Ercan Tuna, Kadir Öztürk

Duru’ya nefes ol!

Dört buçuk yaşındaki SMA hastası Duru’nun rahat nefes alabilmesi için tek çaresi olan Zolgensma tedavisi için yardım kampanyası başlatıldı. Özlem Meriç ve eşi Özgün Meriç’in dünyalar güzeli kızları Duru, 4,5 yaşında olması ile tüm SMAlı bebeklerin ablası.

Türkiye’deki 3 binin üzerinde SMA (Spinal Müsküler Atrofi)  hastası çocuktan sadece bir tanesi Duru. Doktorların 2 yaşını göremez dediği Duru, 3 ayrı makineye bağlı, karnından beslenerek yarı aç bir şekilde 4,5 yaşına kadar tutundu hayata. Anne-babası Duru’nun hem karnının doyması hem de kilo almaması yani zaten az olan kas kütlesinin iyice erimemesi için çırpınıyor. Kilo almaması için uğraşıyorlar çünkü Duru 12,5 kilo. Avrupa, ABD ve Japonya’da uygulanan ama Sağlık Bakanlığı tarafından kabul görmeyen 2.300.000 Euro tutarındaki gen tedavisinin mucizevi etkinliği sadece 2 yaşın altındaki ya da 13,5 kilonun altındaki çocuklarda ispatlanabilmiş durumda henüz. Bu anlamda daralan zaman her şeyi daha da zorlaştırıyor.

Duru’nun çok zamanı yok ve size ihtiyacı var. Duru’nun sayfasını paylaşarak ve takip ederek Duru’ya ses ve nefes olabilirsiniz. Ayrıntılı bilgi, takip ve paşlaşım için aşağıdaki sosyal medya platformlarında mevcut.

Duru’ya Nefes Ol kampanyası kapsamında 7 Şubat akşamı Almanya saati ile 20.00’da (TSİ 22.00’da) ses sanatçısı Levent Canses ile İnstagram adresi üzerinden canlı yayın yapılacak.

Maddi destekte bulunmak için Paypal üzerinden yardımlarınızı ulaştırabilir, yapılan satışlardan ürün alabilir ve açık arttırmalara katılabilirsiniz. Şu anda Beşiktaş JK Kulübü ile Göztepe kulüplerinin formaları açık arttırmada satışta.

Instagram: https://instagram.com/duruya_ses_nefesol

Internet: http://www.duruicin.com

Facebook: https://www.facebook.com/durumericsma

Destekleriniz için:
PayPal: https://www.paypal.com/pools/c/8uD3emLy0M

Taplink: https://taplink.cc/duruya_ses_nefesol

Ufuk Sayın / Augsburg

Eliz Mira Mert yardımlarınızı bekliyor

Adana’da yaşayan minik Eliz Mira Mert gen tedavisi görmek isteyen bir SMA hastası. Bu tedavi SGK kapsamında olmadığı için ailesi, sevenleri, tanıdık tanımadık, vicdanı sızlayan herkes elini taşın altına koyuyor. Henüz 2 yaşında etrafına mutluluk saçan bu güzellik yardımlarınızı bekliyor.

Bu sorunun bireysel çabalarla çözüme ulaşması zor bir mucize olsa da bir insanın sağlığı için yardıma koşmak, bir annenin çağrısına kulak vermek insani görevimiz.

Dilerim bir an önce, o ve onun gibi tedavi olmayı bekleyen binlerce cesur yürek, iyileşir, o mutluluk saçan gözleriyle hayata daha sağlıklı bakabilir.
Dilerim bu çağrı dünyanın dört bir yanına ulaşır, dilerim bu çağrı ilgili bütün mercilere ulaşır da, bir çocuğun daha yüzü güler. Gülen yüzün hiç solmasın, gülüşü güzel çocuk Eliz Mira…

Eliz Mira’nın İnstagram hesabı için tıklayın.

Eliz Mira’ya yardım detaylarını bu linkte bulabilirsiniz.

Nostaljinin iyi yanı -Safranbolu’ya mı gitsek?

Korona zamanında kapalı kalmanın karamsar duygularından bir nebze uzaklaşabilmek için belki de en iyi çözüm, hoş hatıraların nostaljik yanlarını ara ara belleğe çağırmak olmalı. Almanya Münih’ten Türkiye ana memleket hasretini dindirme niyetine bir önceki gezi notlarımdan derleme kademeli aşı önerisi, ilk durak kahve yanında lokum olsun:

Safranbolu
İstanbul Samsun hattı üzerinde bir masal alemi. Gerçi Tosya, Osmancık, Merzifon, Havza gibi başka efsaneler de var, ama Safran ve lokum ülkesi bir başka.
İlk gidişim Ömer Kavur’un Orhan Pamuk ‘Kara Kitap’ romanından ‘Gizli Yüz’ adıyla çevirdiği filmden birkaç sene önceye dayanıyor. Başrollerinde Zuhal Olcay ve Fikret Kuşkan’ın oynadığı oldukça sürrealist çizgiler taşıyan film 1991 yılında tamamlanmıştı. Küresel turizmin henüz tam olarak giriş yapmadığı Safranbolu’nun eski otantik halini merak edenler için belgesel nitelik taşır ‘Gizli Yüz’.

Aradan otuz yıl geçince tabi ister istemez yamaçtaki eski Safranbolu’nun alt tarafındaki İstanbul Samsun karayolu etrafında yeni bir Safranbolu daha oluşuyor ve hemen yanı başında bir zamanlar kendi gibi ilçe olan Karabük’ün illiğe terfisinden sonra buraya bağlanıyor.

Safranbolu’nun güneyinde 15 km uzaklıkta adı son zamanlarda çok sık duyulan bir köy var; müstesna Yörük Köyü. Buranın bir zamanlar konar göçer yörükler tarafından kurulduğu söyleniyor, ancak köyü gezmeye başlayınca pek öyle olmadığı anlaşılıyor.

Bu Orta Karadeniz köyünün özellikle iç turizmde adının sıkça geçmesinin en büyük nedeni, muhteşem güzellikte ve çevredeki diğer köylerin aksine son derece iyi korunmuş konakvari evlerin bulunması, ayrıca oldukça düzenli, intizamlı sokakları var. Köyün hemen girişindeki büyük taşlarıyla göze çarpan Osmanlı mezarlığı bakımsızlıktan biraz garip kalmış olsa da köyün zenginliği hakkında ipucu veriyor. Göçebellikten çok yüzyıllardır ikamet edilen bir yerleşke.

Leyla Gencer

Leyla Gencer
Nazari dikkati fevkalede cezbeden köyün ilk sokağına girildiğinde oldukça zarif bir kadın büstüne rastlanıyor. Kim olduğunu öğrenmek üzere şildi yakından izledikten sonra merakımı gidermek üzere sokakta yerli birine bakınıyorum, fakat güzelim köyde ikamet edenlerin sayısı oldukça azalmış olduğundan görünürde kimseler yok.

Avrupa’da ‘La Diva Turca’ adıyla anılan, daha doğrusu Milano Divası Leyla Gencer, selamlıyor.
Şiltte yazılan kadarıyla büstün hemen arkasında yer alan konağın sahibi Hasanzade İbrahim Bey’in (İbrahim Çeyrek) kızı olduğu ve asıl adının Ayşe Leyla Çeyrekgil olduğunu öğreniyoruz. Bir zamanlar Milano Operası La Scala’nın vazgeçilmez sopranolarından olan Leyla Gencer’in eski vitalarında İstanbul doğumlu olduğu yazar, fakat baba tarafından Safranbolu’nun bu dağ köyünden olduğundan pek bahsedilmez. Yine de daha sonra sorduğum yaşlı köylülerden Leyla Gencer’i büstünden başka gören veya birebir tanıyan olmadığını öğreniyorum.

Filiz Hanım’ın konağı
Köyün muazzam dizili kaldırım taşlı sokaklarında dolaştıktan sonra dışarıdan gördüğümüz evleri içeriden de tanımak üzere Filiz Hanım’ın konağına davete icap ediyoruz. Bir zamanlar ahır olarak kullanılan alt katın şimdilerde yöresel ürünler ve hediyelik eşyaların satıldığı bölümünü geçtikten sonra üst katlara yöneliyoruz.

Safranbolu Müzesi

Gerçekten muazzam bir el işçiliğinin sergilendiği ve son derece estetik otantik bezemelerle süslü yaklaşık 150 yıllık köy konağının odalarını dolaşırken, sekizinci nesil ev sahibesi Filiz Hanım’ın köyün tarihçesini anlatırken son derece tiyatral bir role girmesi cezbediyor. Adeta epik bir tiyatronun rol avcılığını üstlenmiş olan Filiz Hanım, bölgenin bir zamanlar üç kardeş olan Hacı Obası, Davut Obası ve Yörük Obası olarak yerleşim yerlerine ayrıldığını anlatıyor. Köyün diğer köylere göre daha bir varlıklı olmasının ise bir zamanlar Osmanlı saraylarına hizmet eden fırıncılıktan kaynaklandığını (bu arada Leyla Gencer’in atalarının da Karaköy’de fırıncılık yapmış olduğunu hatırlatalım, Yağma Hasan’ın böreği meşhurdur), vurgulayan Filiz Hanım, eskilerde köyün 130 haneden oluştuğunu, şimdilerde ise sadece 30 hanenin kaldığını, son dönem turizmle biraz olsun canlılık kazandığını söylüyor. Soprano Leyla Gencer’in yanı sıra İsmail Cem İpekçi ile ünlü modacı Cem İpekçi’nin de köylerinde akrabaları bulunduğunu kıvançla kaydediyor.

Safran ve lokum diyarı, güzel evler memleketi Safranbolu
Yemek çeşnisi, kıymeti büyük safranın, bir de lezzetli lokumların, belki daha kıymetlisi güzel evler memleketi Safranbolu’ya geri dönelim. Yıllar önce gezmişliğim vardır, zamanla değişen çok şey olmuş. Mesela eski Safranbolu’nun güney ve kuzeyine yeni bir Safranbolu eklenmiş, ilçe zaten şimdilerde yeni ve eski diye ikiye ayrılıyor.
Büyük demir çelik fabrikalarının bulunduğu Karabük ile Safranbolu adeta birleşmiş durumda. Osmanlı sivil mimarisinin Anadolu topraklarındaki belki de en etkileyici örneklerinin bulunduğu eski Osmanlı evleri nispeten iyi korunmuş durumda. 1994 yılından bu yana UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunan Safranbolu, her yıl yerli yabancı milyonlarca turistin akınına uğruyor.

Yörük Köyü

Kış aylarında bile ilçenin muntazam sokaklarında yüzlerce yabancı turiste rastlamak mümkün. Vatandaşlar, Safaranbolu’nun son yıllarda özellikle Koreli, Çin ve Japonyalılar’ın akınına uğradığını söylüyor. Ana çarşıdaki lokum ve safran dükkanlarında bunu gözlemlemek mümkün. Köz ateşinde pişirilip safranlı lokumla ikram edilen türk kahvesinden yudumlama zevkini yaşayan gezginler, kısık gözlerle çevreyi tavaf ederlerken sanki masal dünyasına geçmiş ruh haline bürünüyorlar.
Dar ve oldukça dik sokaklara dizili biribirinden güzel ve etkileyeci, bazıları müze ev bazıları ise otele çevrilmiş eski Osmanlı konaklarını rahatça görebilmek için mini golf araçları hizmete konulmuş, doğal lunapark sanki. Bir zamanlar at arabalarının rahat hareket etmesi için planlanan sokaklarda şimdi golf araçları cirit atıyor. 250 yıllık tarihi olan evlerin hemen hepsinin yapılış itibariyle tuvalet, banyo ve kanalizasyon sistemine sahip olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Merkezi konumdaki evlerin iç tarafında bulunan çeşmelerin, bir yüzünün de sokağa baktığını hatırlatalım, yoldan gelip geçenler faydalansın niyetiyle çift yüzlü inşa edilen çeşme örneği çok nadirdir. Son yıllarda ustaca tadilat geçiren camiler, hanlar, hamamlar Safranbolu’nun muhteşem görüntüsünü tamamlıyor.
Yüksek kalesinde inşa edildiği 1797 yılından günümüze hiç durmadan çalıştığı varsayılan saat kulesi, ‘Gizli Yüz’ filminin ünlü çekim mekanıdır aynı zamanda. Müzeye çevrilen eski hükümet konağı, eski cezaevi ve Anadolu’daki diğer kentlerin saat kulelerinden oluşan minyatür parkı, Safranbolu turunun vazgeçilmez etaplarını oluşturuyor. Kale zirvesinden oldukça derin yamaçları bulunan üç kanyon üzerine kurulu ilçeye genel bakış, selfi tutkunları için ayrı bir hayranlık uyandırıyor.

Şimdilerde malum boş olan Yürük Köyü ve Safranbolu sokaklarının eski canlılığına bir an önce kavuşması, gelecek yazıda Güzel Atlar Ülkesi Kapadokya’ya uzanmak üzere ve tabi sevgili Münih’imizin tez vakit kendini toparlaması dileğiyle.

Ali Mercimek

Fotoğraflar: Ali Mercimek
Main image: Ali Konak / Pixabay

“Jung, talentiert und erfolgreich!” Ein Interview mit Çağdaş Eren Yüksel

Inspiriert durch seinen verstorbenen Opa, feiert der junge Regisseur Çağdaş Eren Yüksel, am 24. Januar, die Online-Premiere zu seinem zweiten Dokumentarfilm “Gleis 11” und beschreibt darin die erste Einwanderergeneration. Bekannt wurde der 27-Jährige bereits durch seinen ersten unabhängig produzierten Kinodokumentarfilms “Asyland”, für den er 2015 nicht nur den Integrationspreis Mönchengladbach erhielt, sondern auch mit berühmten Persönlichkeiten zusammenarbeitete.
Er sagt, seine Eltern haben ihm sehr früh beigebracht, das Gute in allem zu sehen, Chancen zu ergreifen und bei guten Ideen zu versuchen, diese umzusetzen. Der Optimismus seiner Eltern sowie der Mut seines verstorbenen Großvaters haben ihn bis heute geprägt.

Wir haben mit dem talentierten Jungregisseur, der in seine beiden Filme sehr viel Herzblut reingesteckt hat, gesprochen.

Wie fühlst du dich kurz vor der Online-Premiere deines Dokumentarfilms “Gleis 11”? Bist du nervös?
Nervös bin ich nicht, aber vielleicht kommt das noch. Ich bin noch zu sehr mit den Vorbereitungen beschäftigt. Vorfreude trifft es glaube ich besser.

Wie bist du zur Filmemacherei gekommen?
Ich habe Sozialwissenschaften studiert und hatte immer eine große Vorliebe für gesellschaftspolitische Themen. Diese in Filme zu verpacken, fand ich spannend, denn Filme haben eine große Bandbreite und bringen eine Tiefe mit sich. Dadurch ist es möglich tiefgründig über eine Sache zu sprechen, ohne dass es zu trocken oder zu langweilig wird.

In “Gleis 11” geht es um die erste Einwanderergeneration. Was war der Anlass einen Dokumentarfilm über diese Zeit und diese Generation zu machen?
Mein Opa gehörte dieser Generation an, daher war es schon immer ein präsentes Thema für mich. Leider habe ich meinen Opa, der 1966 nach Deutschland kam, nie persönlich kennengelernt. In Deutschland ist er ziemlich früh, bei einem Autounfall verstorben. Am liebsten hätte ich mich mit ihm bei einer Tasse Tee oder einem Kaffee, zusammengesetzt und über die Zeit geredet. Was für ein Gefühl es für ihn war. Wie er damals die Zeit empfunden hat. Leider hatte ich diese Gelegenheit nicht. Der Film ist für mich so die einzige Möglichkeit, stellvertretend für meinen Opa, eine Generation zu treffen die sich damals auf den Weg nach Deutschland gemacht hat. Auch wenn alle aus unterschiedlichen Ländern nach Deutschland gekommen sind, haben sie dennoch ähnliche oder gleiche Erfahrungen gemacht. Das war deshalb mein Anstoß für diesen Film.

Am 24. Januar feiert “Gleis 11” seine Online-Premiere. Worauf kann sich der Zuschauer freuen und was wird ihn erwarten?
Trotz dieser ganzen Corona-Umstände, wollten wir dennoch allen die Möglichkeit geben, sich diesen Film anschauen zu können, ohne auf ein Premiere-Feeling verzichten zu müssen. Dafür haben wir das schönste und größte Kino Deutschlands gemietet. Entspannt von zu Hause aus, kann sich der Zuschauer den Film via Fernseher, Laptop oder Handy anschauen. Quasi, live vom Wohnzimmer aus, live ins Kino. Wir werden aber nicht nur den Film zeigen, sondern haben eine kleine Rede, eine Begrüßung sowie Informationen zu den Hintergründen des Films vorbereitet. Die Staatssekretärin für Integration, Frau Serap Güler, wird uns ebenfalls unterstützen und den Abend eröffnen. Im Anschluss wird es eine kleine Fragerunde mit den Hauptdarstellern bzw. Protagonisten geben, so dass der Zuschauer auf den Genuss einer Premiere kommen kann, auch wenn nur online.

Die Premiere findet am 24. Januar 2021 um 20:00 Uhr als Livestream Premiere statt

Wie aufwendig sind solche Vorbereitungen in Zeiten von Corona?
Sehr aufwendig! Die Einholung der ganzen Genehmigungen war wirklich sehr aufwendig. Die komplette Organisation wurde mit so viel Liebe zum Detail gemacht.  Wir haben für unsere Zuschauer sogenannte Premieren-Boxen angefertigen lassen. Die Zuschauer bekommen diese Boxen nach Hause geschickt und können sich über die Schokolade und das Kinoticket freuen. Wir wollten somit das Gefühl von Kino-Premiere erreichen, auch wenn die Leute womöglich alleine in ihrem Wohnzimmer sitzen. 

Deinen ersten Dokumentarfilm hast du mit bekannten Gesichtern wie Fatih Çevikollu, Kida Khodr Ramadan, Aykut Kayacık und Rüdiger Veit gemacht. Wie war die Zusammenarbeit mit ihnen als junger Regisseur?
Es war spannend! Ich muss sagen Dokumentarfilm ist noch mal etwas anderes.  Denn die Leute werden ja nicht inszeniert. Ich habe ihnen nicht sagen müssen, wie sie sich darstellen sollen. Fatih, Aykut und Kida waren sie selbst vor der Kamera und sind nicht in eine Rolle geschlüpft. Den Film habe ich 2014 produziert und 2015 herausgebracht – da war ich natürlich ziemlich jung. Mir ist es wichtig zu sagen, dass ein Film keine „One-man Show“ ist. Beide Filme, „Gleis 11” und „Asyland“ hätte ich niemals, -nicht ansatzweise-, alleine realisieren können. An einem Film sind so viele unterstützende Hände beteiligt. Allein beim Abspann meines Filmes “Gleis 11” wird deutlich, wie viele Leute mitgewirkt haben. Nicht zu vergessen, die ganzen Supporter, die vielleicht nicht am Set waren aber mich mental unterstützt haben. Bei Asyland war es nicht anders. Mich hat es immer wieder erstaunt, dass gute Ideen, soviel Support aus der Community bekommen. Sowohl Fatih als auch Kida und Aykut sagten Sachen wie “cooles Projekt”,  “wichtiges Thema”, “ich bin dabei”, “Machen wir!“.

Die Großmutter des Filmemachers Nezihat kam mit ihren damals vier Töchtern 1970 im Zuge des Familiennachzugs aus einer kleinen türkischen Provinz nach Mönchengladbach.

Die Finanzierung zu deinem Film „Asyland“ erfolgte über ein sogenanntes „Crowdfunding“. Was kann man sich darunter vorstellen?
Im Internet gibt es sogenannte Crowdfunding-Seiten, auf die man seine Projekte online stellen kann, um andere darauf aufmerksam zu machen. Für einen dieser Seiten haben wir einen Trailer gedreht. Die Unterstützer hatten die Möglichkeit, uns mit einem oder fünfzig Euro zu sponsern.

Mit dieser Aktion haben wir viele Unterstützer gefunden, die diesen Film teilfinanziert haben. Es kam zwar kein großer Betrag zustande, aber das war nicht schlimm, denn bei meinem Film handelte es sich eher um ein ehrenamtliches Projekt. Der zustandegekommene Betrag half uns dennoch, die Reisekosten, Rechte und Lizenzen decken zu können. Viel schöner war es zu sehen, dass Kameraleute auf uns aufmerksam geworden sind und uns ihr Equipment zur Verfügung stellen wollten. Das war echt cool!

Welche Projekte stehen demnächst an?
Mit meiner Produktionsfirma, Cocktailfilms GmbH, realisieren wir verschiedene Projekte. 2019 haben wir für 1Live und WDR RendezWho produziert. Jetzt sind wir an einer fiktionalen Serie dran. Das wird meine erste fiktionale Serie bzw. zwei Drehbuchautoren schreiben daran, und ich darf es dann produzieren. Das Thema wird Alltagsrassismus sein. Des Weiteren sind wir dabei eine Talkshow zu produzieren. In meinen Werken und Arbeiten ist es mir besonders wichtig, den Spagat zwischen gesellschaftspolitischen Themen und Unterhaltung machen zu können, da ich natürlich viele Leute mit gesellschaftspolitischen Themen erreichen will. In “Gleis 11” tauchen ebenfalls hin und wieder humorvolle und schöne Momente auf, während die Protagonisten über ihre Anekdoten erzählen. Ich finde, dass macht das Ganze ja so wertvoll.

Vor kurzem hast du in einer sozialen Plattform deine Follower aufgefordert, ihre schönsten Momente oder Erinnerungen zu teilen. Was waren deine schönsten Momente oder Erinnerungen?
Es gibt viele! Ich kann es nicht auf zwei oder drei Punkte reduzieren. Aber ich finde es toll, wieviel Support man für eine Idee bekommt und wie viele Menschen bereit sein können, dich bei deiner Idee zu  unterstützen.
Das finde ich bemerkenswert! Ich habe zu “Gleis 11” so viele Nachrichten erhalten, und ich lese sie mir natürlich einzeln durch, weil ich das total spannend finde. Aber auch sehr viele emotionale Nachrichten von Leuten, die ich überhaupt nicht kenne, erreichen mich. Das sind für mich sehr schöne Momente! Es ist schön zu sehen, dass Menschen, obwohl man sie überhaupt nicht kennt einem wertvolle Sachen anvertrauen und Projekte unterstützen.

Osman Yazıcı

Hast du Vorbilder?
Da würde mir jetzt nicht nur ein Name einfallen. Die Tatsache, dass mein Opa seine gesamte Familie zurückließ, in den Zug einstieg und 72 Stunden in Richtung Deutschland unterwegs war, um hier sein Leben aufzubauen, bewundere ich sehr. Und das alles obwohl er der Sprache nicht mächtig war und hier niemanden kannte. Das ist auf jeden Fall etwas total mutiges. Vor solchen Leuten habe ich großen Respekt und bewundere deren Mut. Das sind schon Vorbilder. Diesen Mut muss man erst mal aufbringen.

Alle die sich die Online-Premiere am 24. Januar zum Film Gleis 11 nicht entgehen lassen wollen, können Tickets über www.cocktailfilms.de/gleis11 kaufen.

Interview Semra Taştan

Meral’in Kitap Bahçesi: “Hayat bir nefestir, aldığın kadar. Hayat bir kafestir, kaldığın kadar. Hayat bir hevestir, daldığın kadar.”

Kendimi bildim bileli hep bir şeylerin savaşını verdim. Maalesef yaşadığım ülke buna çok müsait. İyi bir iş, rahat bir yaşam, temiz bir ev, güzel dostluklar, güvenli bir ortam, sağlıklı bir yaşam… Gücüm yettiğince emek verdim, mücadele ettim. İmkanlarım dahilinde temin edebildim. Sağlığım yerinde. Ben iyi olduğum için sevdiklerim iyi. Beni düşünmelerine, benim için üzülmelerine, fazladan bir gün daha yaşayayım diye ya da hayatta kalayım diye mücadele etmelerine gerek yok. Çok şükür bu günüme, büyüklerimin dediği gibi.

Bu günlerde hangi sayfaya, hangi platforma baksam minik bir bedenin yaşam mücadelesini görüyorum. Çektiği acıya rağmen gözlerindeki ışığı görüyorum. Nefes almakta zorlanırken bile gülümsemeye çalıştığını görüyorum. O minik bedenler için gözyaşı yerine kan ağlayan anne, baba, kardeş görüyorum. Onlar için çırpınan binlerce kişi görüyorum.

Ey Hayat! Bu kadar zor olmak zorunda mısın?
Bir çocuğun yaşaması için milyonlarca lira gerekiyor. Bir ömrün devam edebilmesi için milyonlarca lira. Bir ailenin yüzünün gülmesi için, sağlıklı bir beden için milyonlarca lira.
Bu çok acımasızca! İsyan etmemek elimde değil. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz böyle!
İnsanların duyarlılığı, yardımseverliği çok güzel, evet. Ama yetersiz. Bunun başka bir yolu olmalı. İnsan hayatı bu kadar önemsiz olmamalı. Bu bütün ülkelerde böyle midir şuan bunu bilmiyorum, ama bir aile çocuğu için, bir çocuk ailesi için bu kadar çaresiz bırakılmamalı.

İçinizi karartmış olabilirim bu hafta üzgünüm, ama ben de huzursuzum.
SMA, AML, İlik, Lösemi ya da adını daha önce hiç duymadığım bir yığın hastalık için tedavi olmayı bekleyen, tedavi olabilmeyi hayal eden milyonlarca beden var. Eliz Mira, Hamza, Ali, İsmail Çağan, Elisa, Aziz Cemal ve daha kim bilir kaç güzel yürek. Gödüğüm, görmediğim binlercesi için dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyor.
Ama sosyal medyanın gücü ile gönüllülerin bu seferberliği umut veriyor herkese. İyi ki varlar.

Sesi olmak istedim o minik bedenlerin bu hafta. Dilerim geç olmadan sağlıklarına kavuşurlar. Dilerim emekler karşılığını bulur. Dilerim bir an önce o ailelerin yüzü huzurla güler artık.

HER KALP KENDİ ŞARKISINI SÖYLER –Jan-Philipp Sendker
Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler ve yalnızca diğer yarımız o sesi duyar.
Kitabın kapağı bile insanın içini ısıtan cinsten bence. Duygusal yönünüz ağır basıyorsa tabi. Çok romantik, çok hüzünlü, duygu yüklü bir roman.  Sadece okuyanların birbirlerine tavsiyesiyle yüzbinlerce adet satmış bir çalışma Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler.

Kitaptan alıntı:
“Tin Win bir aralık ayında cumartesi günü doğar. Burmalılar için bu bir uğursuzluktur. Bu çocuğun ailesinin başına bela olacağı söylenir. Tin Win’in doğumundan birkaç yıl sonra babası ölür. Bunun üzerine annesi de Tin Win’i terk eder. Tin Win günlerce annesini bekler. Sürekli uzaklara annesi gelecek mi diye bakarken artık gözlerinin eskisi kadar iyi görmediğini fark eder. Annesinin gelmeyeceği anlaşılınca Tin Win’e komşusu Su Kyi bakmaya başlar. Aradan biraz süre geçtiğinde Tin Win bir sabah uyanır artık hiç göremediğini, gözlerinin önünde beyaz bir perde olduğunu fark eder.
İlk günler Tin Win için çok zor geçer. Daha sonra manastıra gider ve kendisi gibi kör olan U May ona ders vermeye başlar. Görmenin sadece gözle olmadığını önemli olanın korkularında arınmak olduğunu söyler. U May’ın söyledikleri Tin Win’in hayatını değiştirir. Artık kulaklarıyla daha iyi duyabildiğini fark eder. Kalp atışlarını, kelebeğin kanat çırpışını duyar. Artık gözleri olmadan da kendi işlerini yapabilmektedir. Manastıra gidip gelirken Mi Mi isimli bir kızla tanışır…”

İnsanoğlu bakış açısını değiştirdiğinde ve güzel bakmayı öğrendiğinde hayat daha yaşanılası olacak…

GECEYARISI ÇOCUKLARI -Salman Rüşdi
Hint asıllı Britanyalı yazar Salman Rüşdi’nin biraz tarih kokan, biraz fantastik romanı Geceyarısı Çocukları 1981 yılında yayınlandı.
“Hindistan’ın bağımsızlığının ilan edildiği 15 Ağustos 1947 yılı gecesi dünyaya gelen Salim Sina doğduğu tarih nedeniyle basında ilgi odağı olur. Başbakan tarafından da kutlanır ama ilginç bir şekilde ona bahşedilen olağanüstü bir yeteneğe sahiptir artık. Salim Sina onunla aynı gece doğan bütün çocuklarla empati kurabilme yeteneğine sahiptir. Hatta yaklaşan tehlikeleri koku alma duyusuyla anlayabilir ve bu durum onu içinden çıkılmaz bir hale koyar. Onun bu yeteneği modern Hindistan’ın gelişen olaylarına, felaketlerine ve zaferlerine de ayna olur.”  

Hindistan’ın bağımsızlığıyla yakın tarihinin işlendiği bu yapıt ilk basıldığı yılda Man Booker Ödülü’ne layık görülmüş.
Bugüne kadar birçok ödüle layık görülen Salman Rüşdi, kendi ülkesinin tarihi geçmişinden ve yaşanan olaylardan öyle güzel öyküler yaratmış ki. Kitaplarını okurken hem mistik, hem fantastik hem de gerçekçi olaylara şahit oluyoruz.

ANADOLU EDEBİYAT DERGİLERİ -Barış Akkurt
Son olarak edebiyat dünyamızın vazgeçilmezi edebiyat dergilerinden ve bu alanda profesyonelce hazırlanmış bir çalışmadan bahsetmek istiyorum.
Her ne kadar günümüzde bu türden yayınları okumak için çoğunlukla interneti kullansak da, evin en güzel köşesinde veya bir mekanda oturup, sıcacık bir kahve ya da çayımızı yudumlarken, keyif alarak inceleyip, hem bilgi sahibi olup hem dinlendiğimiz edebiyat dergilerimizin, edebiyat dünyasındaki yeri tartışılmaz.  

Yazarın kaleminden:
“Eğer yeterli sermayesi olan bir yayıncı değilseniz, edebiyat dergiciliği yapmak kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünü geçmeye çalışmak demektir. Peki edebiyat dergisi çıkarmak için sermaye dışında ne gerekir? Her şeyden önce edebiyata yönelik iştiyakınız olacak, var oluşunuzun yansısını güçlü bir şekilde görmek isteyeceksiniz, organizasyon yeteneğiniz güçlü olacak, dergi düzenlemeleri ve teknik işlerde başarılı olacak, derginin devamlılığı için dergi katılımcılarına telif ödememeyi başarabileceksiniz. Bunun yanı sıra derginin tanıtımı, dağıtımı ve abonelik işleyişini düzenleyebilecek bir donanıma sahip olacaksınız. Ve elbette ürettiğiniz yayın, edebiyat adına dikkate değer bulunacak. Bu zorlukları aşma çabasını Anadolu Edebiyat Dergileri’nin varoluş deneyimlerinde ağırlıklı olarak görüyoruz.”

Anadolu Edebiyat Dergileri Barış Akkurt’un uzun zamandır ilgilendiği bir alan. Bu çalışma toplamda 45 dergi, yayıncısı ve yayıncılık deneyimi olan işin ehli kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor.
Barış Akkurt dergilerin dünyasıyla bizi baş başa bırakıyor..

Sağlıkla kalın.
Meral Türkdoğan

Main Image by Free-Photos/Pixabay

Familien bei Homeschooling finanziell unterstützen: Arif Tasdelen fordert monatliche Pauschale von 100,- Euro pro Schulkind

Der Nürnberger Landtagsabgeordnete Arif Taşdelen möchte Familien bei den durch Homeschooling entstehenden Kosten entlasten. Dazu schlägt er eine monatliche pauschale Kostenerstattung des Freistaats pro Kind in Höhe von 100 Euro vor. „In Zeiten von Homeschooling kommen für Familien deutlich höhere Kosten zustande: Von den Anschaffungskosten für Laptops oder Tablets, über WLAN-Verstärker, Kopfhörer oder externe Lautsprecher bis hin zu Druckkosten für Arbeitsblätter. Da kommt schnell eine ordentliche Summe zusammen“, erklärt Taşdelen. In einer parlamentarischen Anfrage richtet sich Taşdelen mit seinem Vorschlag an die Bayerische Staatsregierung.

Der SPD-Politiker möchte mit seiner Anfrage wissen, wie die Staatsregierung zu einer solchen pauschalen Kostenerstattung für das Homeschooling steht und wie die Erstattung schnell und unbürokratisch realisiert werden könnte. Taşdelen weist darauf hin, dass viele Eltern tagtäglich versuchen müssen, Homeoffice, Homeschooling und Kinderbetreuung unter einen Hut zu bringen: „Eltern haben in den vergangenen Monaten Enormes geleistet. Es gibt bereits wichtige Maßnahmen, um Familien zu unterstützen, wie etwa die Verdopplung der Kinderkrankentage. Aber nicht nur emotional, sondern auch finanziell sind viele Familien momentan sehr belastet. Ein Zuschuss des Freistaats zu den Homeschooling-Kosten wäre eine wichtige Maßnahme, um Eltern finanziell unter die Arme zu greifen.“

Taşdelen hofft auf Unterstützung seines Vorschlags durch die anderen Fraktionen. „Ich finde, dass wir Familien in der Krise noch viel mehr in den Blick nehmen müssen. Von vielen Belastungen können wir sie nicht einfach befreien. Aber zumindest den einen oder anderen finanziellen Engpass auszugleichen, würde vielen Familien helfen“, so Taşdelen abschließend.

Main image by August de Richelieu / Pexels

Nigâr Mat Ağyel yazdı: Akdeniz, Zephyros, Semra ve Ötekiler

Uzat kollarını ılıman kentlerin
Hürriyet kokan denizlerinden
Gençlerin çığlıklarına kulağını ver
...
Semra Ertan / Bekliyoruz

Boreas, Notos, Euros ve Zephyros şafak tanrıçası Eos’un, Astraios’la olan beraberliğinden doğan dört oğlunun ismidir. Bu isimler size bir şey çağrıştırmıyorsa bile, şunları muhakkak bileceksiniz: Yıldız, Poyraz, Gün doğusu, Keşişleme, Kıble, Lodos, Gün batısı, Karayel

İçinizde yelken yapan, teknede, denizde vakit geçirenler varsa, bu rüzgârları, hangi yönden estiklerini, her birinin ne getirip ne götürdüğünü iyi bilir. Daha doğru bir ifadeyle bilmek zorundadır. Karada çok da önemli olmayan bu bilgi, denizde yaşamsaldır. Niyetim rüzgârları anlatmak değil. Ben Eos’un çocuklarından sadece biriyle ilgileniyorum: Zephyros’la.

Hava durumuyla ilgili bazı kalıplar vardır ki biz Türklerin zihnine âdeta çakılmıştır:

Yurdun kuzey, iç ve doğu kesimleri…

Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığından bildirildiğine göre…

İkizdere-İspir yolunun Ovit Dağı mevkiinde yol yapım çalışmaları devam ettiğinden…

Van’ın Bahçesaray ilçesinde kar ve tipi nedeniyle…

Denizlerimizde rüzgâr, gün batısı ve karayelden üç ila beş, yer yer altı kuvvetinde…

… zincir, takoz ve çekme halatı bulundurulması…

… trafik işaret ve işaretçilerine uyulması…

Bütün bu kalıpların, sanırım en meşhuru: “Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı hava”dır. İşte o “soğuk ve yağışlı hava”, Eos’un oğullarından Zephyros’un eseridir. Batıdan esen Zephyros, biraz serttir, hüzünlüdür. Yazın yağmur, kışın kar getirir. Çiçekler onunla açar, meyveler, ekinler onunla olgunlaşır. Soğuk bir coğrafyada belki biraz sevimsiz gelebilir, ama sıcak bir yerdeyseniz eğer, soluk aldırır, ferahlatır. Balkanlar‘da, Trakya’da dondurucu soğuğa sebep olup yaşamı durdururken, Beyrut, Tel Aviv, Hayfa, Lazkiye, İskenderiye, Mersin, Antalya gibi doğu Akdeniz kentlerine hayat verir.

Akdeniz… Bahr-i Sefîd, Bahr-i Mutavassıf, El Bahre-l Ebyedu’l-Mutavassit, Mediterranean, Mittelmeer, Mare Nostrum… Hepsi de aynı yeri işaret ediyor: Sınırlarını, zeytinlerin, palmiyelerin, defne, sedir ve çam ağaçlarının, zakkumların, begonvillerin, acem borularının, mis kokulu yaseminlerin, üzüm bağlarının, turunç, portakal ve limon ağaçlarının, uçsuz bucaksız buğday tarlalarının çizdiği o koca “göl”ü. Dünyanın en güzel güneşinin, havasının, yemeklerinin, müziklerinin, insanlarının, aşklarının ve sevdalarının buluştuğu bir coğrafyayı. Antik Yunan’ı, Roma’yı, Endülüs Emevileri’ni, Osmanlı’yı…

İnsanoğlu Akdeniz’de anasının kucağındaki kadar rahattır” der Halikarnas Balıkçısı. Bu rahatlıkta Zephyron’un payı da büyük olsa gerek. Zira Akdeniz sıcağında bazen nefesi kesilir insanın. Kim bilir, Akdeniz’in güzelim kenti Mersin’in tarihteki adının Zephyros olmasının bir sebebi de budur belki.

Batı rüzgârlarına açık Mersin de tıpkı diğer Akdeniz kentleri gibi, güneşi içenlerin kentidir. Mersinliler nereye gitseler, bavullar dolusu güneşi, denizi, tuzu, mavi rengi, portakal, limon çiçeklerinin kokusunu da beraberlerinde götürürler. Üstelik, salt kendilerine değil, herkese yetecek kadar. Değil mi ki onlar Zephyros’un çocuklarıdır… “Venüs’ün Doğuşu”nda, deniz kabuğunun içindeki Venüs’ü, nefesiyle kıyıya çıkaran, “İlkbahar”da şehvetiyle Chloris’i çiçeklerin tanrıçası Flora’ya dönüştürüp baharı getiren Zephyros’un. Onlar da tıpkı onun gibi, sıcak ya da soğuk, neresi olursa olsun, gittikleri her yere baharı getirirler.

Yeter ki ruhları üşümesin…

Bugünlerde Münih’in göbeğinde, Lenbachplatz’a yolunuz düşerse, sizi gri gökyüzünün altında bir tutam Akdeniz mavisi karşılayacak. Ortasında “Düşler Ülkesi” yazan bu mavi pano, sanatçı sevgili Cana Bilir-Meier’in bir enstalasyonu. “Düşler Ülkesi”, 1982 yılında Münihli göçmen kültür emekçilerinin sahneye koydukları bir oyunun adı. Yönetmenliğini Erman Okay’ın yaptığı bu oyunda sevgili Zühal Bilir-Meier de hem sosyal hizmet uzmanı kimliğiyle hem de yönetmen yardımcısı olarak yer almış. Oyunda, özlem, ütopya ve ön yargı kavramları merkez alınarak, göçmen işçilerin günlük hayatlarından sahneler gösterilmiş.

Panonun diğer yanında ise Zephyros’un çocuklarından birinin, Semra Ertan’ın dizeleri var:

Ich will leben, / Yaşamak istiyorum
Wie ich es mir wünsche… / Gönlümce…
Schmerzlos, ohne Sorgen / Kedersiz, sorunsuz

Semra, 1957’de doğduğu, “anasının kucağı kadar rahat” Mersin’den, bavuluna doldurduğu güneş, deniz ve on dört yaşın yaşama sevinciyle 1971’de Kiel’e, ailesinin yanına gelmiş bir şair, işçi ve aktivist. Aynı zamanda Cana Bilir-Meier’in teyzesi, Zühal Bilir-Meier’in de kız kardeşi. Yaşamının ilk on dört yılını “ılıman kentlerin, hürriyet kokan denizlerinde” tamamlayan Semra, uzun ve soğuk kışların hüküm sürdüğü, gökyüzünün çoğu zaman güneşsiz olduğu bu coğrafyada da on bir yıl yaşadıktan sonra, henüz yirmi beş yaşındayken, gerek kendinin gerek diğer göçmenlerin uğradığı haksızlık, adaletsizlik, ayrımcılık ve ırkçılık karşısında bir çığlık atıp bu dünyaya veda etmiş. Oysa yaşama sevinci ve içinde taşıdığı bahar, herkese yetebilirdi, ama dedim ya yeter ki ruh üşümesin.

Enstalasyonun tanıtım yazısında, sanatçının bu işle neyi amaçladığı şöyle anlatılıyor:

Cana Bilir-Meier, bu enstalasyonu ile yukarıda sözü edilen tiyatro oyununu ve şair Semra Ertan’ı hatırlıyor, onların hikâyelerini şehir manzarasında görünür kılıyor. Bunu yaparken, aktivist-eğitici topluluk çalışmasının önemine ve Semra Ertan gibi insanların çalışmalarına atıfta bulunuyor. Göçmen işçilerin direnişi ve kendi kendini yetkilendirmesi konusu, nadiren sosyal anlatının bir parçası haline gelir. Sanatçının bu çalışması, toplumumuzun birçok öyküsünü onurlandırma girişimidir.

Cana’nın, Semra Ertan adına yaptıkları bununla sınırlı değil. Geçen aralık ayında, Zühal Bilir-Meier’le birlikte Semra’nın şiirlerinden derledikleri bir kitabın basımını gerçekleştirdiler ki kitaba dair ayrıntıları bir sonraki paylaşımımda sizlere aktaracağım.

Lütfen, şubat ayı sonuna kadar Lenbachplatz’a yolunuzu düşürün. Bilmeyenler için, Lenbachplatz, Karlsplatz ve Maximillianplatz arasındaki küçük meydanın adı. Wittelsbacher Brunnen’in hemen önü. Burası 2013 yılından bu yana, çeşitli sanat eserlerinin sergilendiği bir “Kunst-Insel / Sanat Adası” olarak kullanılıyor.

Gidin ve Münih’in ortasında, Düşler Ülkesi’ni, Akdeniz’i, Zephyros’un kızlarından Semra’yı, onun Türkçeyle yazdığı güzelim dizelerini görün. Cana’nın bu “onurlandırma girişimi”ne ortak olun. Enstalasyon şubat sonuna kadar sergilenmeye devam edecek. (Cana’nın diğer işlerini görmek için: www.canabilirmeier.com)

Nigâr Mat Ağyel

Sevgili Cana Bilir-Meier, “ötekiler”in hikâyelerini, kendi ifadenle “şehir manzarasında görünür kıldığın” için sana çok teşekkür ederim. Daha nice güzel işlere…

Nigâr Mat Ağyel

2015 yılından bu yana Münih’te yaşayan Nigâr Mat Ağyel, blog yazılarını www.kirlangicyuvasi.com adresinde yayımlıyor.

  1. Image by Mike / Pexels
  2. Image by Manfred Richter / Pixabay
  3. Image by Nigâr Mat Ağyel

Meral’in Kitap Bahçesi: “Umut belki de gelecek sayfadadır. Kapatma kitabı…”

Bir yılı diğer bir yıla bağlayan gecenin sonunda, sabaha karşı şöyle bir baktım gökyüzüne. Beyaz bulutların ardında görünen göğün mavisi çok etkileyiciydi. Kapadım gözlerimi soğuğa inat, hiçbir şey düşünmeden öylece durdum biraz. Sonra açıp gözlerimi o derin maviliğe içimden geçen birkaç cümleyi mırıldandım. Çünkü öyle güzel, öyle temiz, öyle rahatlatıcı ve öyle davetkar bir görüntüsü vardı ki, hadi iste der gibiydi. Öyle hissettirdi bana.
Delirdin mi Meral, diye düşünebilirsiniz ama benim normal biri olduğumu düşünen çok az kişi vardır şu hayatta. 🙂

İstedim ben de yüzümü karartıp…
İyi insanlar görmek istedim. İyilik yapmayı gönülden seven insanlar görmek.
Sonra yardıma muhtaç insan olmasın artık dedim. Şansa bile ihtiyacımızın olmadığı bir hayat diledim.

Kışın karını, yazın denizini, baharın rengarenk çiçeğini, mevsimlerin tertemiz havasını doyasıya yaşayacağımız zamanlar istedim. Yarını düşünmeden, gelecek için kaygılanmadan, birilerinden medet ummadan, bir şeylerden korkmadan, diken üstünde olmadan, rahat bir nefes alarak yaşayalım istedim.

Sonra o tertemiz mavilik yavaş yavaş yerini siyah bir tona bırakınca “tamam mesajı aldım” diyip içeri geçtim. 🙂

Şaka bir yana, dileklerimiz, isteklerimiz, hayallerimiz aynı, aklın yolu bir. Geleceğe umutla sarılmaktan vazgeçmeyelim.

2020 ve bu yıla kadar yaşadıklarımızdan çıkardığımız birçok ders olduğuna inanıyorum. Birçok şeyi daha net anladık. Dilerim yeni yılımız, yeni takvim yapraklarımız, bizim için yepyeni güzelliklere gebedir. Tüm dünyaya, tüm canlılara iyilik, güzellik, sevgi, huzur, mutluluk, şans diliyorum.

Bol kitaplı, çok okurlu, çok müzikli, bol filmli nice yıllarımız olsun. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” değil mi?

Sağlıkla kalın,

SÜPER İYİ GÜNLER -Mark Haddon

İsmi itibariyle listeye güzel bir giriş yaptım sanırım.

Bilindiği gibi otizm, bireyin sosyal çevreden koparak içe kapanması, diğer insanlarla etkileşimi herkes gibi yapamamasıdır. Önceleri buna ailenin tutumu, sosyal ilişki kurmadan kaynaklı korku, çocuğun yetiştirilme biçimi ya da sevgi yoksunluğunun sebep olduğu sanılıyormuş. Ama son 20 yıldır yapılan araştırmalar sonucu bunun nörobiyolojik nedenlerden kaynaklandığı kesinlik kazanmış.

Hayır, size otizmin ne olduğunu uzun uzun anlatmayacağım. Otistik bir kahramanın kendi ağzından okuyacağınız bu hikayeyi çok sevebilirsiniz.

Kalabalık ortamlarda duramayan, dokunulmaktan rahatsızlık duyan, evinden çok uzaklaşamayan ama astronot olmak isteyen ve inanılmaz bir hafızaya ve matematik bilgisine sahip kahramanımız Christopher’in keyifli, ilgi çekici ve sıra dışı romanı.

Süper İyi Günler İngiltere’de yayımlandığı günden itibaren satış rekorları kırıyor. Bugüne kadar 15 dile çevrilmiş ve 32 ülkede satışta.  

MOMO -Michael Ende

Hem çocuklara hem büyüklere hitap eden, her dönem çok satanlar arasında yer almış klasik bir roman. Şehrin harabelerinde, antik tiyatronun altında yaşayan, kendi adını bile kendi koyan, nereden geldiği belli olmayan, kimsesiz bir kız çocuğudur Momo. Onu gören, onu tanıyan herkes çok sever ve Momo için bir şeyler yapmak isterler. Momo’nun en önemli özelliği çok iyi bir dinleyici olmasıdır. Büyük küçük herkesle çok güzel arkadaşlıklar kurar.

Bir de Zaman Hırsızları ve Duman Adamlar gibi karakterlerimiz var ki, bunlar zaman kavramını çok güzel anlatmışlar okuyucuya. Hızla akıp giden zamanın ne kadar değerli olduğunu, bir yere yetişmeye çalışırken, bir şeylere sahip olmaya çalışırken, bir şeyler olmaya çalışırken harcadığımız zaman. An’ı yaşamak yerine geleceği inşa ederken harcadığımız zaman.

Kitap aslında modern zamanın bir eleştirisi niteliğinde. kesinlikle okumaya hatta arşivlemeye değer bir kitap Momo.

VEBA YILI GÜNLÜĞÜ -Daniel Defoe

Daniel Defoe’nun 1722 yılında yazdığı bu roman gerçek olması ve içinde bulunduğumuz durum nedeniyle okurken bir hayli ürpertici olabilir. Yazar henüz 4-5 yaşlarındayken yaşanan bu acı ve okudukça ürküten olayı Daniel Defoe’nun amcası Hanry Foe’nun günlüklerinden toparlayarak yazıldığı düşünülüyor.

1664-1665 yıllarında Londra’da çıkan ve ülkeyi kasıp kavuran veba salgını, Hollanda’ya gönderilen malların açılmasıyla ortaya çıkar.

Karantinadan başka çözümü olmayan bu hastalık bir yığın tedbirsizlik sonucu günden güne artar ve binlerce insanın hayatına mal olur.

Yazar yaşanan olayları ince detaylarına kadar anlatmış. Toplu mezarlara atlayan hastalıklı ama hala canlı bedenler, sokaklardan duyulan çığlık sesleri, çocuklarını vahşice öldüren aileler. Binlerce ceset bırakan veba salgını insanlarda çok ağır psikolojik yıkıma da sebep olmuş aynı zamanda.

Gerilim yüklü bir film sahnesi gibi geliyor kulağa ama bu olayın gerçekten yaşanmış olduğunu bilmek, kitabı gözleri dolu dolu okumasına sebep oluyor insanın.

Sağlıkla kalın…
Meral Türkdoğan

Main Image by Janko Ferlic/Pexels