Çarşamba, Aralık 3, 2025
Startseite Blog Sayfa 116

Türk Gücü Balosu

Münih`te her sene geleneksel olarak yapılan Türkgücü Ataspor balosuna yaklaşık 250 seçkin davetli katıldı.

Postpalast salonunda yapılan geceye kulübün yöneticileri ve futbolcularının yanısıra Bavyera Futbol Federasyonu Başkanı Rainer Koch, sivil toplum kuruluşları temsilcileri, iş adamları ve çok sayıda Türk ve Alman siyasetçi katıldı.

Kulüp başkanı Taşkın Akkay yaptığı konuşmada “Bu sezon Landesliga`ya yükselmiş olmanın verdiği haklı gururu yaşıyoruz” dedi. Konsolos Selim Çukurkaya, Federasyon başkanı Rainer Koch ve diğer konuşmacılar yetkilileri başarılarından dolayı tebrik ettiler.
Postbank Finanzberatung`un da sponsor olduğu balo büyük beğeni topladı. Türk Telekom Mobile`ın yeni sezonda takımın ana sponsoru olacağının da duyurulduğu gecede davetliler gecenin geç saatlerine kadar eğlendiler.

Gezi Parkı

Önyargı ve korku eşiğini yıkan Gezi Parkı olayları, Türk demokrasisi için bir milat oldu

Özgürlük ve demokrasi talebi geri döndürülemez bir noktaya geldi. Bir avuç gencin masum eylemi, siyaseti ve siyasetçiyi dönüştürdü.

31 Mayıs 2013 günü Türk demokrasi tarihine “korku eşiğinin aşıldığı büyük kırılma” olarak geçecek. Oysa her şey çok masum bir taleple başlamıştı. Bir avuç genç, Taksim Gezi Parkı`na Topçu Kışlası`nın 49 yıl aradan sonra yeniden inşa edilmesine karşı çıkıyordu. Gezi Parkı`nı karnaval alanına çeviren gençler, eğleniyor, öğreniyor. Kurduğu atölyelerle çocuklara doğa sevgisini alışıyordu. Ama hükümet, πAğaçlar kesilmesin, park park olarak kalsın” diyen gençlerin üzerine bütün gücüyle yüklendi. Çadırlar yakıldı, ellerinde pankart, kalem ve kitaptan başka bir şeyi olmayan gençler polisin orantısız gücüyle susturulmak istendi.

İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Küçük direniş, kelebek etkisiyle önce bütün yurda sonra dünyaya yayıldı. Ertesi gün bütün İstanbul, Taksim`e akmaya başladı. Gecenin yarısında yola çıkan binlerce kişi, gençlere sahip çıkmak için sokaklara döküldü. Polis şiddetini, biber gazını, dayağı hatta ölümü göze alarak gençlerin yardımına koştu. Oysa haber kanalları, televizyonlar ve gazeteler haberi görmezlikten gelmişti. Ama halk büyük gerçeği görmüş, sosyal medyanın yardımıyla kenetlenmişti. Genci, yaşlısı, öğrencisi, işçisi, memuru, feministi, ev kadını, solcusu, sağcısı, Kürt`ü, Türk`ü, Alevi`si, Sünni`si, komünisti, liberali, Fenerlisi ve Beşiktaşlısı Taksim Meydanı`nda bir ağacın çevresinde buluştu. Ne olmuştu da, birbirine düşman olduğu sanılan bu gruplar bir araya gelmişti.

Avcı’nın doğru tespiti
Hükümetin şaşkınlığını en güzel Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı şu sözlerle özetledi: “Muhalefetin beş yılda yapamadığını biz beş günde yaptık.”

Ama Başbakan Erdoğan, yakın  çalışma arkadaşlarıyla aynı görüşü paylaşmıyordu. Gençlerin masum eylemini kendisine karşı yapılmış bir komplo olarak nitelendiren Erdoğan, günde birkaç kez açıklama yaparak gerginliği daha da tırmandırmaktan çekinmedi. “3-5 çapulcuya pabuç bırakmayız”, πAyyaşlar, densizler, hainler” diyerek, direnişe destek veren milyonlara hakaret etmekten kaçınmadı.

Türkiye gerilmiş, dünyanın gözü Türkiye`ye çevrilmişti. Direnişi Arap Baharı`ndaki eylemlere benzetenler, Türkiye`yi Suriye ile kıyaslayanlar bile çıkmıştı. Bu atmosferde Başbakan Erdoğan, dört günlük yurtdışı gezisine çıkınca ülke rahat bir nefes aldı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gençlerin vermek istediği mesajının devlet tarafından aldığını, kışla kararının yeniden gözden geçirileceğini söyleyince ülke rahatladı. Gerginlik düşer gibi oldu. Ama ne yazık ki “gerilimle beslenen ve bu yöntemle oylarını artıran` Başbakan Erdoğan, Türkiye`ye dönmeden sert açıklamalarına devam etti.

Güç gösterisi
Ne gençler, ne de Erdoğan geri adım atıyordu. Halk nefesini tutmuş, polisin eyleme müdahale etmesini bekliyordu. Bu ortamda bir grup sanatçı devreye girerek gerginliğin düşmesine yardımcı oldu. Başbakan`la görüşerek, bir orta yol bulunmasını önerdi. Bu noktada yargı, Gezi Parkı Projesi`ni durdurdu. Erdoğan`la yapılan bir dizi görüşmeden sonra kararın gözden geçirilmesi, yargı kararının beklenmesi ve plebisit yapılması konusunda görüş birliğine varıldı. Ankara`dan gelen ılımlı mesajlar hemen İstanbul`daki gençlere ulaştırıldı. Olumsuz hava değişti. Eylemin sona erdirilmesi konuşulmaya başlandı. Birbirinden bağımsız, organize olmakta zorlanan gençler, direnişi sona erdirmeyi tartışmaya başladı. Kamuoyunda, eylemin amacına ulaştığı, artık bitirilmesi gerektiği görüşü ağırlık kazandı. Hatta birkaç grup, direnişi bitirdi. İşte tam bu noktada ∏devletin balyoz yumruğu` bir akşamüzeri gençlerin üzerine indi. Güvenlik güçleri, TOMA`lar ve gaz bombalarıyla dağılmakta olan gençlerin üzerine yürüdü. 81 ilin 77`sinde yapılan eylemlerde 4 kişi öldü, 4 kişi ağır yaralandı, 11 kişi gözünü kaybetti, binlerce kişi de çeşitli yerlerinden yaralandı.

Sivil direniş
Toz duman dağıldıktan sonra eylemin sosyal altyapısına inilmeye çalışıldı. Eylemler, 68 direnişi, occupy, Wall Street ve Avrupa`daki kızgınlar hareketiyle özdeşleştirilmeye çalışıldı. Ancak Taksim Gezi Parkı hepsinden farklıydı. Bir anlamda hepsi, diğer anlamda hiçbiriydi. Kendine özgüydü. 10 yıllık AKP iktidarına karşı bir başkaldırıydı. Binlerce kişi, evinden işinden çıkıp, çoluk çocuk, tencere tavayla direnişe katılmıştı. Baskı, sansür, medya ve gazetecilerin susturulması, çocuk sayısı, kürtaj ve alkol yasağı gibi özel yaşama müdahale çabaları, İslami değerleri toplumun geneline yayma çabası, ötekileştirme, kendi ahlakını, zevkini ve değerlerini dayatma girişimi gönüllü sivil direniş hareketini başlatmıştı.

Öfke paratoneri: Erdoğan
Sokağın öfkesi ve kızgınlığı, Tayyip Erdoğan ismi üzerinde yoğunlaştı. Başbakan`ın  sempatiyle yaklaşılan Kasımpaşalı tavrı, sert üslubu gün geçtikçe halkı hor gören ve hakaret eden bir yaklaşıma dönüştü. Bu tavır, halkın bir bölümüyle Başbakan arasındaki bağın tamamen kopmasına neden oldu.

Batıdaki imaj yıkıldı
Asıl kırılma, AKP ile Batı dünyası arasında yaşandı. Demokratik adımlar, ordunun siyasetten çekilmesi ve barış süreci nedeniyle Erdoğan hükümetinin defolarını görmezden gelen Batı Dünyası, eylemleri tam aksi istikamette okudu. Şiddet içermeyen eylemlere ifade özgürlüğü olarak bakan, temel özgürlüklerin tartışma konusu yapılamayacağı görüşünde birleşen Batı, Erdoğan hükümetinin diğer yüzünü de gördü. AB, BM, demokratik kurumlar, ABD ve hatta NATO bile polis şiddetine ve hükümetin tavrına tepki gösterdi. Tepkiler o kadar büyüdü ki, 3 yıl aradan sonra yeniden müzakere masasına oturmaya hazırlanan AB, Almanya`nın önderliğinde tam üyeliği sorgulamaya başladı. Günler süren mekik diplomasisi sonucu kriz, bir orta yol bulunarak buzdolabına kaldırıldı.

Gezi Parkı olaylarına başından beri sağduyulu yaklaşan Cumhurbaşkanı Gül, ortaya çıkan tabloyu şu sözlerle özetledi: π10 yılda büyük çabalarla oluşturduğunuz imajımızı bir günde yıktık.™

Hesaplar altüst oldu
Evet Başbakan Erdoğan, Batı`daki imajını yerle bir etmekle kalmamış, gelecekle ilgili planlarını da tehlikeye atmıştı. Başta barış süreci olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı ya da Devlet Başkanlığı hayalini, yeni anayasayı, yerel ve genel seçimleri riske etmişti. “Kimsesizlerin kimi, dışlanmışların sesi” olarak iktidara gelen, 10 yılda ilmek ilmek örerek toplumu dönüştüren Erdoğan, en güçlü olduğu dönemde böyle bir  hatayı nasıl yapmıştı. İktidarın gideceği korkusuna kapılan Başbakan Erdoğan, söylemini daha da sertleştirdi. Karşı mitinglerle eylemlere yanıt vermeye çalıştı ama kamuoyundaki moral üstünlüğü lehine çevirmeyi başaramadı. Bu kez gençleri, işadamları ve uluslararası kuruluşları hedef göstererek kendi kitlesini pekiştirmeye çalıştı, bir ölçüde de başarılı oldu. Altındaki zeminin yavaş yavaş kaydığını fark eden Erdoğan, bir süredir buzdolabına kaldırdığı barış sürecini devreye soktu. Unutulan Alevi açılımını gündeme getirdi. Özgürlük ve demokrasi taleplerine yanıt vereceğini iddia ettiği yeni yargı paketi ile yeni anayasa çalışmalarına hız verdi. Zaman daraldı, meclis tatile giriyor. Erdoğan`ın bıçak sırtında yürüttüğü stratejisinin başarılı olup, olmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. İlk sınav Mart 2014`teki yerel seçimler. Yaşayıp, hep birlikte göreceğiz.

Gezi`nin kazananları:

Sırrı Süreyya Önder
BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Sürreyya Önder, direnişin ilk gününden itibaren gençlerin yanında yer aldı. Hatta dozerlerin önüne yatarak yıkımı engelleyerek, büyük bir sempati topladı.

Çarşı Grubu
Beşiktaş`ın taraftar grubu Çarşı, direnişi, eyleme verdiği destek ve zeki sloganlarıyla halkın sevgisini kazandı.

Sivil toplum
Korku eşiğini aşan büyük halk yığınlarıyla birbiriyle barıştı. Din, dil, etnik köken, sosyal statüyü ortadan kaldırıp, mücadelenin, birlik olmanın tadını çıkardı.

Gezi`nin kaybedenleri:

Güvenlik güçleri: 

Eylemlere müdahale ederken sergilediği tavizsiz yaklaşım ve orantısız güç gösterisiyle tepki topladı.

Necati Şaşmaz: Nam-ı diğer Polat Alemdar
Başbakan Erdoğan`la görüştükten sonra yaptığı açıklamalarla karizmasını yok etti.

İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu
Başbakan Erdoğan ile eylemciler arasında kaldı. Bir gün gençlerin sesine kulak verdi, akşam tavizsiz devlet adamı yaklaşımıyla tepki çekti.

Türk yönetmenin başarısı

Genç kuşak yönetmenlerden Murat Eyüp Gönültaş, Münih Film Festivali`nde “Balayı Oteli” çalışmasıyla kısa metrajlı film dalında büyük ödüle layık görüldü.

Baden Württemberg Film Akademisi`nde eğitim gören Gönültaş ödülü 200 yarışmacı arasından sıyrılarak kazandı.

Sinema’da adından sıkça söz ettiren Türk kökenli yönetmen ve senaristlerin arasına ismini yazdıran Gönültaş, 13TH STREET televizyon kanalı tarafından verilen ödülü ünlü film yönetmeni Leander Haussmann`ın elinden aldı. Genç yetenek, Universal Pictures`in Hollywood stüdyolarında iki haftalık eğitim programı kazanmış oldu.

“Daha lisedeyken kısa filmler çekmeye başladığını ve sinemaya büyük bir ilgi duyduğunu” söyleyen 1981 doğumlu Gönültaş, “Bu ödül beni çok cesaretlendirdi ve önüme daha büyük hedefler koymamı sağladı.” dedi.

Demet

Kendini nasıl tanımlarsın?
Bazen hayat dolu, bazen içine kapanığım. İnsanlığı severim. Genel anlamda sakinim fakat haksızlık karşısında tepkimi sert gösterebilirim. Fırsat buldukça gezmeyi seven biriyim.

Senin icin hayatta neler önemli?
Benim icin hayatta en önemli şey öncelikle ailem ve işimdir. Kendi çizmiş olduğum hayatım ve arkadaşlarım da çok önemli.

Gelecek için planların neler?
Kendime ait bir iş kurmak istiyorum. Bu, şu an çalışmakta olduğum spor salonu b-fit gibi bir salon açmak olabilir. Yemek yapmayı çok sevdiğim için, salata cafe tarzında bir yer de olabilir.

PiYASA dergisi hakkında ne düşünüyorsun?
Piyasa Dergisi, ailemin bir kısmı Almanya‘da yaşadığı için orada olup biteni takip etme şansı veriyor. Ayrıca dergideki yazı ve fotoğrafları çok klas buluyorum. Sürekli takipteyim.

KISACA
İsim: Demet Sarıkaya
Burç: Koç
Nerelisin: Erzincan
En sevdiğin yemek: Mantı
Müzik tarzın: Kulağa hoş gelen her tür müzik, özgün müzik
En sevdiğin mekan: Deniz kenarı
En sevdiğin modacı: Cengiz Abazoğlu
En son ne satın aldın: „Sana Soyundum“ adlı kitap
Idolün: Annem

“Frauen in der Türkei – Im Griff der Gewalt und Gegenwehr“

Der Türkische Volksverein e. V. München, nahm sich auch in diesem Jahr den 8. März, Internationalen Frauentag zum Anlass, um auf die Sorgen und Stellung der Frauen in der türkischen Gesellschaft aufmerksam zu machen.
Zu dieser Thematik wurde im EineWeltHaus eine Podiumsdiskussion mit Vorträgen von Dr. Fulya Kip Barnard, Dr. med Elif Duygu Cindik Herbrüggen und Aylin Nazliaka, Abgeordnete der CHP, abgehalten.
Eingeleitet wurde der Abend mit einem musikalischen Auftritt von Tekin Turan und seinen Freunden Erhan und Hayrani, die das Publikum mit ihrem vielseitigen Reperoire an türkischer Volksmusik begeisterten.
Anschließend eröffnete Necip Sahin, Vorsitzender des Türkischen Volksvereins, die Gesprächsrunde mit einer Rede über die unermessliche Wichtigkeit der Stellung von Frauen in einer modernen Gesellschaft. Er widmete den zahlreich erschienenen Zuhöhrern das Gedicht “Kadin” (Eine Frau) von Nazim Hikmet, um der gleichgesinnten Stellung von Frau und Mann einen Ausdruck zu verleihen.
Während der gesamten Veranstaltung wurde mit einem Podest aus Bildern und Blumen den verstorbenen Frauen, Türkan Saylan, Autorin, Medizinerin und Vorsitzende, sowie Gründerin des türkeiweiten Vereins CYDD, und  Prof. Dr. Türkel Minibas gedacht.

Im Interview mit Piyasa beantwortet die Abgeordnete der türkischen Partei CHP, Aylin Nazliaka Fragen zum Thema Gleichberechtigung von Frauen in der heutigen Gesellschaft:

Warum sinkt in der türkischen Gesellschaft die Gleichberechtigung zwischen Frauen und Männern?
Tatsächlich ist es der Fall, dass die Türkei von einem Präsidenten regiert wird, der nicht an die Gleichberechtigung zwischen Frauen und Männern glaubt. Diese Denkweise wird leider auf die Politik reflektiert und führt dazu, dass die Bevölkerung sich dem annimmt.

Was tut die CHP, um dieser Ungleichheit entgegenzuwirken?
Die CHP ist eine moderne und weltoffene Partei, die als erste Partei in der Türkei Frauen das Wahlrecht gewährt hat. Sie hat folglich die Basis für eine Gleichberechtigung in der Türkei geschaffen. Wie so oft werden die Frauen auch von der aktuellen Regierung als Mittel genutzt, um von ihrer korrupten Politik abzulenken.

Was würden Sie Frauen raten, die wegen ihrem Geschlecht im Geschäftsleben gemobbt werden?
Aus eigener Erfahrung kann ich Frauen raten, sich durch derartige Sprüche nicht verunsichern zu lassen. Es zeigt lediglich, dass sich diese Person an einer höheren Position sieht als eine Frau. Dies ist eine Denkweise, die weder demokratisch noch akzeptabel ist!

Was können Frauen tun, um der häuslichen Gewalt zu entkommen?
In der Türkei gibt es bereits zahlreiche Unterkünfte für Frauen, die von ihren gewalttätigen Ehemännern entkommen wollen. Leider ist die Anzahl der Frauen, die durch häusliche Gewalt, um ihr Leben kommen sehr hoch, sodass es meistens schon zu spät ist.

Was würden Sie sich für die Frauen in der Türkei wünschen?
Ich denke, dass jede Frau, ob in der Türkei oder in einem anderen Land eine grundlegende Bildung verdient, um ihr Leben eigenständig zu gestalten. Die Realität sieht leider so aus, dass Frauen aufgrund fehlender Bildung finanziell abhängig von ihren Ehemännern sind. Aufgrund dieser wirtschaftlichen Abhängigkeit sehen sie keine Chancen sich gegen häusliche Gewalt zu wehren. Ich würde mir für jede Frau eine soziale Grundlage von der Regierung wünschen, die diese Frauen unterstützt.

Text: Görkem Şahin

20 yıl aradan sonra yeniden

Türkiye’de kitabevi tarihi bir anlamda Akademi Kitabevi tarihidir. Aziz Nesin’in, Emil Galip Sandalcı’nın, Vedat Türkali’nin, Demirtaş Ceyhun gibi ünlü ustaların uğrak yeri, kitaplarını raflardan aldığınızda, yazarıyla göz göze gelinen yerdir Akademi Kitabeviº Ahmet Altan’ın, Murathan Mungan’ın, İnci Aral’ın ilk yapıtlarını Türk okuruyla tanıştıran Akademi Edebiyat Ödülleri de, Akademi Kitabevi tarafından yaşama geçirilmiştir.

1971 yılında Nişantaşı’nda Hadi Olca tarafından kurulan ve kısa zaman içinde edebiyat, sanat ve aydınların buluşma yeri olan Akademi Kitabevi, 20 yılın ardından yeniden kapılarını açıyor. 27 Nisan 2013, Cumartesi günü itibariyle, Kadıköy Sakız Sokak’ta, 300 metrekarelik mekânda edebiyatseverlerle buluşacak olan Akademi Kitabevi, Hadi Olca’nın oğlu Muzaffer Olca ile yazar Özcan Sapan tarafından işletilecek.

Mekanın giriş kısmı kitapçı ve kafe; alt katı ise aynı anda 25 kişiye inceleme-araştırma yapma imkanı veren kütüphane, kapalı kafe bölümü ile mini bir bahçeden oluşuyor. Haftanın 7 günü, saat 09.00 akşam 22.00’ye kadar kitapseverlerin uğrak yeri olmaya aday Akademi Kitabevi’nin kafesi, sıcacık ortamında okurlara kitap eşliğinde içeceğini yudumlama, sınırlı ama lezzetli mutfağından açlığını yatıştırma imkânı sunuyor.

Akademi Kitabevi’nde açılış sonrası imza günleri, söyleşiler, atölye çalışmaları gibi edebiyat ve sanatseverler için kaçırılmaması gereken etkinlikler düzenlenecek. Yeni Akademi Kitabevi, İstanbul’un Anadolu yakasında, yoğun insan hareketi olan Kadıköy Çarşı Merkezi ile Bahariye Caddesi arasında, nispeten daha çok merkezde yaşayan ya da Kadıköy’de zaman geçirmeyi bilenlerin dolaştığı bir bölgede, Caferağa Kapalı Spor Salonu Karşısında, Şifa Hastanesi’nin karşı çaprazında yer alıyor.

Akademi Ödülleri yeniden verilmeye başlanacak
Akademi Kitabevi, Türkiye’de kitabevi anlayışını değiştirmiş, tarihe tanıklık edecek yeni bir sayfa açmıştı. Akademi Kitabevi Edebiyat Ödülleri ise şiir, hikâye, roman, deneme-inceleme-eleştiri-gezi ve çocuk edebiyatı dallarında yayımlanmış ya da yayıma hazırlanmış ilk yapıtların daha geniş kitlelere ulaşmasını, sahiplerinin Türkiye’de, hatta bazılarının dünya çapında ün kazanmasını sağlamıştı.

Yeniden eski parlak günlerine dönmek için bu kez Kadıköy’de hizmete açılan Akademi Kitabevi, kısa bir süre içinde Akademi Kitabevi Edebiyat Ödülleri’ni de yeniden yaşama geçirmeyi planlıyor. Akademi Kitabevi Edebiyat Ödülleri ile genç yazarların, şairlerin ödüllendirilmesi ve Türk edebiyatının zenginleştirilmesine katkıda bulunulmayı amaçlıyor.

24. Münih Türk Film Günleri

Münih’te bu yıl 24.sü düzenlenen Türk Film Günleri başladı. Gasteig Kültür merkezinde gösterilen “Entelköy Efeköy`e Karşı” filmi ile açılışı yapılan etkinliğe yönetmen Yüksel Aksu ve oyuncu Ayşe Bosse de katıldı. Çok sayıda davetlinin katıldığı açılışta film öncesi “Nazım Dörtlüsü” izleyicilere Ege yöresinden müzik dinletisi sundu.

Açılışta bir konuşma yapan muavin Konsolos Selim Çukurca, Film Günleri’nin kentte yaşayanların Türk filmi ve Türkiye’ye bakışlarını olumlu etkilediğini belirtti. Açılış konuşmalarının ardından filmin yönetmeni Yüksel Aksu izleyicilerin sorularını cevapladı.

Film günlerinin açılış partisinin yapıldığı Courtyard by Marriott otelinde ise FisFüz caz grubu bir konser verdi. Konser sonrası DJ Tuncay eşliğinde misafirler sabahın ilk ışıklarına kadar eğlendiler.

Bu yılki ana teması “Kayıplar” ve “Çıkış Yolları” olan Film Günleri`nde şu filmler bulunuyor:

Uzun metraj: Yeraltı, Siirt`in Sırrı, Nar, Tepenin Ardı, Babamın Sesi, Cennetteki Çöplük, Türk Pasaportu, Ana Dilim Nerede?, Gelecek Uzun Sürer, Telvin ve Menekşeden Önce.
Kısa metraj: Mahya, Sessiz, Bugün Yok, Tufandan Önce ve Mi Hatice.

24. Münih Türk Film günleri 10 Mart`a kadar sürecek. Program bilgileri: www.sinematuerk-muenchen.de

Safiye Soyman ve Faik Öztürk

Augsburg`da Türk-Alman Engellilere Yardım Derneği tarafından Safiye Soyman ve Faik Öztürk`ün katıldığı bir yardım gecesi düzenlendi.

Augsburg Alevi Kültür Merkezi’nde düzenlenen gece Türk-Alman Engellilere Yardım Derneği ile AAKM Kadınlar Kolu’nun desteğiyle gerçekleşti. Geceye sempatik tavırları ile dikkat çeken Safiye Soyman ve Faik Öztürk damgasını vurdu. İkili misafirlere unutulmaz anlar yaşattı.
Nürnberg ve Münih konserlerinin ardından Augsburg`da sahne alan ikiliye Türk-Alman Engellilere Yardım Derneği Genelbaşkanı Adalet Günel ile Nürnberg Dernek Başkanı Cengiz Hocazade birer teşekkür plaketi takdim etti.

`Her kişi birer engelli adayıdır!’ sloganıyla düzenlenen eğlenceye büyük destek veren Augsburg Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Recber ile AAKM Kadınlar Kolu adına Yurdagül Kaya Yıldırım’a da birer teşekkür plaketi verdiler. Misafirler Münih Gelişim Orkestrası ve Oryantal Mihriban eşliğinde hoşça vakit geçirdiler.

Aylin Yılın Yeni Yeteneği

Münih’te 40.’sı düzenlenen Almanya Film Balosu’nda Türk kökenli sinema ve televizyon yıldızı Aylin Tezel, `yılın en büyük umut vaat eden yıldızı’ seçildi. Almanya’nın ekol polisiye dizisi Tatort¡un (Olay Yeri) en yeni yüzü olan Aylin, Alman film camiasının katıldığı baloda ilgi odağı oldu.
Münih Bayerischer Hof’ta gerçekleşen gecede Alman film endüstrisinin dev kuruluşları ile  sinema ve televizyon dünyasının önemli isimleri adeta şıklık yarışı yaptı. Her yıl olduğu gibi muhteşem bir atmosferde geçen baloda en büyük ilgiyi Almanya’da yılın yeni yetenekleri seçilen genç yıldız adayları gördü. Medya mensupları özel bir etkinlikte tanıtılan Aylin Tezel, Tim Fehlbaum, Jasna Fritzi Bauer, Maria Ehrich, Sabin Tambrea ve Max Hegewald isimli sanatçıları görüntülemek için yarış etti.
En son filmi `Am Himmel der Tag’ filmiyle Torino Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu seçilen Aylin Tezel, “Haber Türk gazetelerinde de çıkmış, bu beni çok sevindirdi. Türkiye’den tebrik yağdı. Türkçe bilmememe rağmen beni en duygulandıran olay, bu  kutlamalar oldu.”dedi. Alman televizyonların kült dizisi Olay Yeri’nde genç komiseri canlandıran Aylin Tezel, “Dizi çekimlerim devam ediyor. Bunun yanı sıra yeni film teklifleri alıyorum.” diye konuştu.

Kaçkarlar’ın Zirvesinden Karadeniz Rock’ın Zirvesine

Rizeli Korhan Özyıldız ve Ceyhun Demir’in 2005’te İstanbul, Kadıköy‘de kurdukları Marsis grubu, Karadeniz rock müziğinin zirvesine kuruldu… Türkçe dışında Lazca, Hemşince, Gürcüce ve Rumca şarkılar seslendiren Marsis, Korhan Özyıldız (vokal), Ceyhun Demir (kemençe), Çağatay Kadı (elektro gitar), Evren Arkman (bas gitar) ve Yaşar Kadir Baş’tan (davul) oluşuyor. 2009 yılında grubun kendi adını taşıyan ilk albümlerinden sonra „Zamanı Geldi / Komoxtu Ora∫ adlı ikinci albümleri de geçen yıl Kalan müzik etiketiyle yayınlandı.
İsmini Kaçkar Dağları’nın 7. zirvesi olan Marsis Dağı’ndan alan grup, 16 Mart’ta Türkiye Almanya Film Festivali kapsamında Nürnberg‘te bir konser verecek. Kendi deyimleriyle gösterilmek istenilenden fazlasına işaret eden grup Marsis ile turne öncesi Karadeniz, toplumsal duyarlılık ve tabii müzik hakkında konuştuk…

Logonuzdaki `Dikkat Bu Grup Yüksek Oranda Radyasyon İçerir’ yazısından yola çıkarsak, radyasyon oranınız nasıl, hala yüksek mi?
Bilim insanları, Çernobil’den sızan en zararlı radyoaktif partiküllerinin yok olması için, en az 900 yıl geçmesi gerektiğini söylüyor. Tüm radyoaktif partiküllerinin tamamen yok olması için, 48 bin yıldan bahsediliyor. Bu rakamlara bakarak bile nükleer enerjinin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu görebiliriz. Aslolan ise bu riskin bedelini sadece biz değil, tam 48 bin yıl boyunca tüm canlıların ödeyeceği. Evet, bu grup hala yüksek oranda radyasyon içeriyor ve maalesef içermeye devam edecek.

Fuat Saka, Volkan Konak, Kazım Koyuncu, Ayşenur Kolivar, Birol Topaloğlu, Selçuk Balcı, Karmate, Helesa, Dalepe Nena, Vova, Apolas Lermi, Gökhan Birben. Aklımıza ilk olarak gelen Karadeniz müziği yapan grup ve sanatçılar. Yıllar önce Karadeniz müziğinin kısıtlı olduğu kanısı hakimdi, şimdi bu bereketi neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak Karadeniz müziğinin belli kırılma noktaları var. Hiç bir süreç birbirinden bağımsız olmamakla birlikte bu dönemin oluşmasında en yüksek katkıyı Zugaşi Berepe ve sonrasında da Kazım Koyuncu’nun yaptığını söylemek yanlış olmaz. Başta tulum ve kemençenin, bölgenin en çok konuşulan dili olan Lazca’nın, sonrasında Hemşince’nin, Rumca’nın bu yörenin çocukları tarafından tekrar hatırlanması ve hatırlanmasının da ötesinde merak edilip öğrenilmeye başlanması bu sonucu doğurdu. Popüler kültürün tüm zararlı yönlerinin farkında olmalı ama faydalı yönlerini kullanmalıyız. Buradaki ayrımı ise popüler olmak ile popülist olmak arasındaki farka bakarak belirleyebiliriz.

Marsis’in çevre sorunları, nükleer santraller ve HES’ler konusundaki toplumsal duyarlılığı biliniyor. Bu duyarlılığın bir sınırı var mı?
Bu duyarlılığın sınırı, hiç bir toplumsal fayda gözetmeksizin sadece kar amacı güderek ve sınırsız bir hırsla yaşam alanlarımızı elimizden almaya çalışanların sınırları kadardır. Aynı hırsla mücadele etmezsek eğer, hiç bir başarıya ulaşamayacağımızın farkındayız. Onlar şimdilik vazgeçmiyorlar biz de geçmeyeceğiz. Karadeniz özelinde, ama tabii ki Dünya genelinde her insana bunun bir sistem sorunu olduğunu, aslında söylenildiği gibi bu enerji kaynaklarına mecbur olmadığımızı, enerji açığı denen kavramı yine sistemin kendisinin yarattığını anlatmak zorundayız.

Biz sizi müzik aleti icat eden grup olarak da tanıyoruz. Elektro kemençeden sonra yeni bir enstrüman var mı yolda?
Ceyhun Demir elektro kemençeyi yaparken bir zorunluluktan yola çıktı. O da – akustik kemençenin yüksek volümlü bir müzik içerisinde akustik özelliklerinden kaynaklı “feedback” yapmasından dolayıydı. Bir yaylada, bir köy evinin bahçesinde çalınarak bu haline evrilmiş kemençenin, davul, bas ve elektro gitar gibi enstrümanlarla aynı sahneyi paylaştığında başka bir yöne evrilmesi kaçınılmazdı. Otantik hali tabi ki üretilmeye devam edilecektir ama yeni gelişmeleri takip etmek ve bunlara açık olmak da bir o kadar gerekli. Aynı şekilde tulum içinde bir zorunluluk ortaya çıkarsa biz ya da başkaları bunu yapacaktır.

Marsis elemanları olarak kendinizi stüdyoda mı, yoksa konserlerde mi daha mutlu hissediyorsunuz?
Kesinlikle konserlerde. Çünkü yaşayan ve karşılıklı duygu aktarımının asıl olduğu müziğe inanıyoruz. Herkes gibi biz de müziğimizi insanlar için yapıyoruz ve yaptığımız müziğin etkilerini insanların gözlerinde görmek çok güzel bir duygu. Tabii ki albüm de önemli ve gerekli ama konser bir albümün ete kemiğe bürünmüş halidir ve ruhudur.

Yakında Almanya’nın da aralarında bulunduğu bir Avrupa turneniz var. Geçtiğimiz yıllarda da Almanya’da konser verdiniz. Buradaki konser seyircisiyle Türkiye’deki arasında fark görüyor musunuz?
Daha büyük bir özlem görüyoruz. Bu örneğin İstanbul, Ankara konserleri içinde geçerli ama yurtdışında bu duygu anlaşılır sebeplerle daha belirgin hale geliyor. Uzun zamandır çoğunlukla ekonomik sebeplerle kültürlerinin uzağında yaşamak zorunda kalmış Karadeniz’in içinden gelenlerle içinden Karadeniz gelenlerin az da olsa özlemlerini giderdiğimizi gördüğümüzde çok mutlu oluyoruz.

Almanya konserinizi Türkiye-Almanya Film Festivali kapsamında vereceksiniz. Marsis son zamanlarda film ve dizi müziğiyle de sıkça anılmaya başladı. Sizce film ve müzik birbirini nasıl besliyor?
Sinema ve müzik ilişkisi uzun yıllardır tartışmalı bir konudur. Birçok yönetmenin konu ile ilgili farklı görüşleri var. Bazısı film içerisinde müziğe bir başrol oyuncusu kadar değer verirken, mesela Zeki Demirkubuz sinema ve müzik ilişkisini “kötü bir evlilik” olarak tanımlar. Fakat genel olarak bir sahnenin duygusunu yükseltmek istediğinizde bunu müzikten daha iyi yapacak bir şey bulamazsınız. Soundtrack olarak adlandırılan ve en az film kadar, hatta bazen iyi ve başarılı bir filmin önüne geçmiş şarkılar da var. Biz de görselin gücüne inanıyoruz ve şarkılarımızı da bazen hayal gücümüzde oluşturduğumuz bir görselin üzerine yapıyoruz.

Müzik ve sanatın kitleleri dönüştürme etkisi ne kadardır? Kendi müzik serüveninizde böyle bir süreç gözlemliyor musunuz?
İki albümü olan ve `görece’ yeni sayılabilecek bir grup olarak da olsa bu etkiyi gözlemlemek mümkün. Çünkü zaten sanat denen kavram tüm alanlarıyla tam olarak hayatın içinden geliyor. Bir kitap kitleleri değiştirip dönüştürebiliyorsa, olumlu ya da olumsuz milyonlarca insanın hayatına direk etki edebiliyorsa müzik neden yapmasın. Konserlerde bazen 5-10 bin kişinin aynı ruh haline büründüğünü aynı enerjiyi taşıdığını görmek de bu inancımızı arttırıyor.

Bir Karadeniz türküsü sizin elinizde hem otantikliğini koruyor, hem de bir rock baladına dönüşüyor. Her Karadeniz rock yapma iddiasıyla yola çıkan grubun başaramadığı bir şey bu. Siz bu homojenliği nasıl sağlıyorsunuz?
Bunun birinci sebebi Marsis’i oluşturan bireylerin ayrı müzik beğenilerinin olması ama Marsis adı altında ortak bir beyine ulaşma çabası. Bazılarımız Marsis ile tanışana kadar Karadeniz müziği ile bu kadar doğrudan ilişki içerisine girmemişti. Bazılarımızın ana dili Lazca’ydı ve tulum – kemençe ile büyümüştü. Ama bu farklılıklarımıza rağmen bir şarkıyı düzenlemek için stüdyoya girdiğimizde, ortak beğeni noktalarımızı ön plana çıkartmak için mücadele ediyoruz. Ayrıca Karadeniz müziğinin hırçın, asi, duygusal bile olsa sert yapısı aynı öğeleri içinde barındıran rock müzik ile çok güzel bir uyum sağlıyor.

Üçüncü albüm pişiyor mu? Sevenleriniz ne kadar bekleyecek?
Üçüncü albüm hazırlıklarına başladık. Şu sıralar şarkı seçimleri ve düzenlemeler için stüdyoya giriyor, provalar yapıyoruz. Tabii zor ve biraz da yorucu bir süreç. Çalmayı çok seven bir grup olduğumuz için konserlerimizden artan zamanları değerlendirmeye çalışıyoruz. Bir tarih vermek bu açıdan çok doğru olmayacaktır, çünkü iki albüm tecrübesinde de anladığımız üzere verdiğimiz tarihi tutturmak konusunda pek başarılı değiliz. Kaldı ki bir albüm çabuk olsun diye ve sırf yapmış olmak için yapılmamalı. Birinci önceliğimiz inandığımız ve içimize sinen bir albüm olması.